Geçtiğimiz günlerde iki başarılı kadın hayata veda etti ve bu kayıplar beni yıllar öncesine götürdü. Hani anılar vardır, her zaman aklınızda değildirler ve binde bir hatırlarsınız ama aklınıza geldikleri zaman tam anlamıyla “burnunuzun direği sızlar” işte öyle bir duygu selinde buldum kendimi. Hollywood’un menekşe gözlü çılgın oyuncusu, beyaz perdenin skandallarıyla, fırtınalı aşklarıyla ama bir o kadar da güçlü oyunculuğuyla sinema tarihine geçen Elizabeth Taylor’u 79 yaşında kalp yetmezliğinden öldü. Cenazesi de kendi isteğiyle 15 dakika geç başladı, şanının şöhretinin hakkını verircesine. Aile üyelerinden biri, “kendi cenazesine bile geç kaldı ve bunu yapmamızı özellikle istedi” dedi. Şanlıydı, şöhretliydi ama California’nın Glendale kentindeki Forest Lawn Memorial Park adlı kabristanda (Michael Jackson da orada yatıyor) sade bir cenaze töreniyle dünyaya veda etti Elizabeth Taylor. Aktör Colin Farrell, Gerard Manley Hopkins’in bir şiirini okudu törende, oğlu Michael Wilding, kızı Lisa ve torunu Tarquin Wilding ona sevgilerini dile getirdi. Torunu Rhys Tivey bir trampet solosu armağan etti büyükannesine. Töreni bir haham yönetti çünkü Elizabeth Taylor 1950’lerde aktör Eddie Fisher’le evlendiği zaman din değiştirmişti.
9 yaşında Hollywood’da bir yetenek avcısı tarafından keşfedilen Taylor’ın sinema kariyeri 70 yıla yayılıyor. 1944 yılında menekşe gözlü yıldız adayı MGM film stüdyosunun ‘National Velvet’ adlı yapımında Velvet Brown rolünü elde etti. Elizabeth Taylor kalın siyah kaşları, güzel gözleri ve dramatik havasıyla daha 30 yaşındayken bir sinema ikonu olmayı başardı. Taylor 1956’da ‘Devlerin Aşkı’ filminde Rock Hudson’la başrolü paylaştı. Olağanüstü roller birbirini izledi. Taylor 1958’de Tennessee Williams’ın ünlü oyunu ‘Kızgın Damdaki Kedi’nin sinema uyarlamasında Paul Newman’la oynadı. Taylor kocasını kıskandırmaya çalışan tatminsiz eş Maggie rolündeydi. Taylor 1960’ta Gloria Wandrous adlı New Yorklu bir telekızı canlandırdığı ‘Butterfield 8’ filmiyle ilk Oscar’ını kucakladı.
Elizabeth Taylor 20th Century Fox stüdyosunun yapımında Cleopatra’yı oynamak için bir milyon dolarlık sözleşme imzaladığında zamanın en çok kazanan aktrisi oldu. Taylor, filmde başrolü paylaştığı Richard Burton’la büyük bir aşk yaşadı, çiftin çok fırtınalı bir ilişkisi oldu.Boşandıktan sonra tekrar evlenen Taylor ve Burton, ‘Who is Afraid of Virginia Woolf” filmiyle sinema tarihine adlarını altın harflerle yazdırdı. Filmde geçimsiz bir çifti canlandıran iki sanatçı da Oscar’la ödüllendirildi. Taylor’un özel hayatı da canlandırdığı karakterler gibi dramla doluydu. Sekiz kez evlenen yıldız ilk evliliğini oteller zinciri sahibi Nicky Hilton’la yaptı. Bu evlilik şiddet suçlamalarıyla bir yıl sonra sona erdi. Taylor bir televizyon ropörtajında bu olayı, “Sarhoşken karnıma vurdu, tuvalette düşük yaptım, bebeğimi kaybettim,” diye anlatmıştı. Menekşe gözlü ünlü oyuncu, Hilton’dan sonra şarkıcı Eddie Fisher’la evlendi, boşandı. Bir süre de Senatör John Warner’la evli kaldı ama Virginia’daki çiftlik yaşamını ve Washington’un resmiyetini çok sıkıcı bulduğunu söyleyerek Hollywood’a döndü. Yıllar sonra da inşaat işçisi Larry Fortensky’yle dünya evine girdi. Bu evlilik de uzun sürmedi. Evlilikleri belki uzun ömürlü değildi ama Taylor’un dostlukları uzun solukluydu. ABC televizyonuyla yaptığı söyleşide Taylor eşcinselliğin kabul görmediği bir dönemde eşcinsel aktörler Montgomery Clift ve Rock Hudson’la olan ve ömür boyu süren arkadaşlıklarını anlatırken şunları söylemişti: “İkisi de eşcinsel olduklarının henüz farkında değilken ben anlamıştım.” Rock Hudson’un AIDS’ten ölmesi üzerine Taylor şöhretini bu hastalıkla mücadeleye adadı, en kötü günlerinde Michael Jackson’a da büyük destek verdi. Taylor hayatı boyunca çok ciddi rahatsızlıklar geçirdi, birçok kez ameliyat oldu. Ancak sanatçı zarafetinden hiçbir şey kaybetmedi. Elizabeth Taylor ardında unutulmayacak Hollywood filmleri ve kendisini asla unutmayacak dostlar bıraktı.
Ankara yıllarımda ne zaman bir Elizabeth Taylor filmi gelse izlemeye koşardık. Cleopatra’dan etkilenir, Kızgın Damdaki Kedi’yi günlerce konuşurduk. Yaşamındaki iniş çıkışları izlerdik. Beatles’ın, Rolling Stones’un, Cliff Richard’ın şarkıları kadar Elizabeth Taylor’ın filmlerini de konuşurduk. Ölüm haberiyle sanki yaşamımın bir dönemi akıp geçti gözlerimin önünden. Evet, birçokları için “79 yaşındaydı, yaşayacağını yaşamıştı” belki ama hani çok sevdiğiniz ama hayatınızda hiç karşılaşmadığınız insanlar vardır ya o da bizim nesil için onlardan biriydi. Moda deyimle bir ikondu. Yalnızca liseli erkekler değil, kızlar da onun güzelliğini konuşurdu. Bir de ona çok benzeyen bir arkadaşımız vardı. Menekşe gözlü. Ankara sinemaları, ki o sinemalar kalmadı artık, Elizabeth Taylor haberleri, lise koridorları ne güzeldiniz!
Anılar yolculuğumuza devam: Bir yıldız daha kaydı bu ay, bu kez Türkiye’den. 1929 doğumlu Jülide Gülizar ayrıldı aramızdan. Gülizar, TRT’nin en eski ve en başarılı spiker ve sunucularından biri olarak yayıncılık tarihine geçti. Türkiye’de uzun bir geleneği olan radyo, ardından emeklemeye başlayan televizyon yayınlarını dinleyip izleyenler anımsayacaktır, izlememiş olanlar da büyük olasılıkla anne babalarından duymuşlardır, Jülide Gülizar doğru ve güzel Türkçe konuşmanın, bağırıp çağırmadan, tarafsız ve yorumsuz haber sunmanın, abartısız ama kendine güvenen bir haber sunucusunun kitlelere ulaşma başarısının sembolü oldu uzun yıllar. Ben de spikerlik eğitimimi ondan ve Nurten Görün’den aldım, sert ama haklı eleştirilerine her zaman saygı duydum. Dozunda ve seviyeli eleştirilerinin amacının karşısındakileri ezmek değil, yetişmelerine katkıda bulunmak olduğunu gördüm. Her kelimenin ağırlığını, birbirine benzer kelimelerin nasıl farklı okunması ve vurgulanması gerektiğini, mesleğe ve habercilikte yapılan her işe küçümsemeden saygı göstermeyi, bu işe gönül vermenin ne demek olduğunu öğrendim. Mesleğe başlama adımları atarken öylesine çekinir ve korkardık ki Jülide Gülizar’dan, haber metinlerini doğru okumak için saatlerce çalışır, öyle giderdik kurslara. Sonraları Jülide Gülizar’ı sadece ekranlarda gördüm, hiç karşılaşmadık. Ama ona bir kez daha teşekkür borçluyum. Seveni sevmeyeni vardır elbet, ama burada konumuz nostalji!
Unutmayın, her zaman görüşlerinizi bekliyorum. Başka nostaljilere kadar herşey istediğiniz gibi olsun.
Çevre Filmleri Festivali’nde İstanbul
(Fotoğraflar: The WRI Center for Sustainable Transport/EMBARQ)
19‘uncu Washington Çevre Filmleri Festivali Salı günü başladı. 27 Mart’a kadar sürecek olan festivale 40 ülkeden toplam 150 belgesel, animasyon ve uzun metrajlı film katılıyor. Washington’un doğa ve sinema dostları, kentte 60 sinema salonunda gösterilen filmleri izleme yarışına girmiş durumda. Festivale 52 film yapımıcısı-yönetmenle çevre uzmanı 94 özel konuk da katılıyor. Tehdit altındaki orman ve okyanuslar hakkında bir film izlemek mi istiyorsunuz ya da flamingoların geleceği veya trafik kargaşası mı ilgi alanınız. Bu yıl festivalde hepsi var. Festivalde 40 ülkeyi temsil eden 150 film sadece belgesellerden ibaret değil. Animasyonlar, arşivler ve deneysel yapımlar da var. Enerji Film Serisi de ilginç. Dünya Kaynakları Enstitüsü’nde ve başka sinemalarda gösterilen ve sağda afişini gördüğünüz “Overdrive: Istanbul in The New Millenium” adlı Türk belgeseli de enerji filmlerinden.
Filmin yönetmeni Aslıhan Ünaldı. Yazar-yönetmen-prodüktör Ünaldı İstanbul’da doğmuş, orada büyümüş. Amerika’nın saygın üniversitelerinden Yale’de Uluslararası İlişkiler okumuş. Master derecesini de New York Üniversitesi Tisch Güzel Sanatlar Okulu’ndan filmcilik dalında almış. Razan adlı kısa metrajlı filmine 2006 yılında Rotterdam Film Festivali’nde ödül verilmiş. Ünaldı’nın “Overdrive: Istanbul in the New Millennium” adlı filmi kontrolsuz kentleşmenin ve nüfus artışının yolaçtığı sosyal ve çevresel sorunları irdeliyor. Film 80 dakika. Filmin, yönetmen Ünaldı’nın da katılacağı galası 24 Mart’ta.
EMBARQ’ın Türkiye Sürdürülebilir Ulaşım Merkezi (SUM-Türkiye) Direktörü Sibel Bülay da yönetmen Ünaldı’yla birlikte filmin gösterildiği yerlerde konuşma yapacak. EMBARQ festivalin sponsorlarından. EMBARQ Türkiye, Meksika, Brezilya, Hindistan ve And Dağları Bölgesi’nde beş merkezde çevreyle uyumlu ve mali olarak sürdürülebilir ulaşım çözümleri uygulayarak halkın yaşam kalitesini yükseltmeyi amaçlıyor. Mühendislik ve mimarlıktan, hava kalitesine, coğrafyadan gazeteciliğe, sosyolojiden medyaya kadar çok çeşitli alanlarda 100’den fazla uzmanla çalışan EMBARQ, büyük kentlerde çevreyle dost çözümler üretiyor.
Festivalin ‘Sinemada Sanatsallık’ ödülünün bu yılki sahibi İsviçreli yönetmen Mark Wolfensberger’in ‘Oil Rocks-City Above the Sea’ adlı yapıtı. Film, Sovyetler Birliği zamanında, 1949‘da deniz üzerine kurulmuş en büyük petrol platformunun öyküsünü anlatıyor. ‘The Pipe’ adlı yapım İrlanda’nın el değmemiş kıyılarında inşa edilen petrol boru hattının yerel çiftçilerle balıkçıların hayatını nasıl etkilediğini anlatıyor. Afrika’dan katılan ‘White Lion’, Güney Afrikalı yönetmen Michael Swan’ın çektiği, tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan büyük kedileri anlatan bir belgesel. Belgeselde Afrika efsanelerine göre tanrıların elçisi olarak bilinen ve türüne çok az rastlanan beyaz bir aslanın acımasız avcılara karşı verdiği mücadele anlatılıyor. Festivalde ilginç bir yapım da İsveçli yönetmen Stephan Jarl’ın ‘Submission’ adlı filmi. Bu film de, günlük hayatımızda içiçe yaşadığımız 100 binden fazla kimyasal maddeyi konu alıyor. ‘A Community of Gardeners’ adlı belgeselse Washington’un banliyölerinde yaşayan gönüllü bahçıvanları anlatıyor. Yapımcı Cintia Cabib arka bahçe bahçıvanlığının sadece ağız tadıyla yenen taze sebze meyve sağlamakla kalmadığını, birçok farklı etnik kökenden gelen Washington bölge halkına memleketlerini hatırlatıp nostalji yaşattığını söylüyor. Bir de kuşkusuz açık havada daha çok zaman geçirip bol oksijen almalarına, güneşten yararlanmalarına, özetle sağlıklı yaşamalarına da katkıda bulunuyor. Arka bahçe bahçıvanlığı son yıllarda Washington’da çok moda oldu.
(Fotoğraflar: The WRI Center for Sustainable Transport/EMBARQ)
Geçen yılki Washington Çevre Filmleri Festivali’ne katılan filmleri 26 bin kişi izlemişti. Festival boyunca sadece filmler değil aynı zamanda tanınmış bilim adamları ve film yapımcılarının katıldığı paneller de büyük ilgi görmüştü. Festivali düzenleyenler, bu yıl kamuoyunun iklim değişikliği ve çevre sorunlarıyla ilgili kaygılarının artmasının katılımı da arttıracağını tahmin ediyor. Bakalım beklenen olacak mı? İklim değişikliklerinin bütün hayatımızı etkilediği bugünlerde festivalin ilgi görmesine şaşmamak gerek. Washington Çevre Filmleri Festivali 1993 yılından beri yapılıyor.
Üstteki resim “Crimson Wing: The Mystery of The Flamingos” adlı filmden. Bebek flamingoların yaşamı ve biz insanların onlar için yarattığı tehlikeler konusu.
Bu resimler de Aslıhan Ünaldı’nın İstanbul filminden ve yine The WRI/EMBARQ sitesinden:
Filmi izleyip Ünaldı ve Bulay’la konuştuktan sonra bu konuya tekrar döneceğim. Peki, çevre konusunda yeterince duyarlı mıyız, ne düşünüyorsunuz? İstanbullular, tabii Ankaralılar ve bütün megakentlerde yaşayanlar, görüşlerinizi yazın. Hepimiz biliyoruz yazmak kolay değil ve modern teknolojinin herşeyi bilgisayarlar, cep telefonları ve televizyonlarla önümüze cömertçe serdiği günümüzde yazmak zaman kaybı sayılabilir ama inanın bana yine de yazmakta yarar var çünkü bu konuda ne düşündüğünüz gerçekten çok önemli. Yazın, paylaşalım. Birbirimizle, yazmakla, doğal güzelliklerle ve de tabii çevreyle dostluğumuz kalıcı olsun!
Siz hiç bir yakınınızı, annenizi, babanızı ya da çocuğunuzu, kardeşinizi kaybettiniz ve çaresizliği tattınız mı? Bu konu fazla iç açıcı değil ama hayatın bir gerçeği. Hepimiz hayatımızın bir döneminde böyle acılar yaşayabilir, dünyayla bağımızın nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunun bilinciyle ne yapacağımızı bilmez hale düşebiliriz. Böyle durumlarda her ne kadar alışık olmasak da uzman yardımına (psikolog/psikiyatrist) başvurmak gerekebilir. Annemi, babamı ve çok sevdiğim bazı yakınlarımı kaybettiğim zaman bana bu konularda kitap okumak çok iyi geldi. Bu yüzden çok yararlı olacağına inandığım yeni bir kitabı tavsiye edeceğim kayıp yaşamışlara. Amerika’da psikoanaliz dalında ünlü bir isim olan Profesör Doktor Vamık Volkan’ın yeni kitabı “Gidenin Ardından” okumaya değer bir eser. “Yitim can yakıcı bir armağandır” diyor, Vamık Volkan. Dünyaca ünlü bir psikiyatrist olan Volkan, yası olan bireylerde ilaç kullanılmasının çok hatalı olduğunu da savunuyor. “GİDENİN ARDINDAN” çözümlenmemiş yaslarımızın; çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerimizde yaşamımızı ne derece olumsuz yönde etkilediğini, kaderimizi nasıl sinsice yönlendirdiğini yaşanmış örnekler sunarak gözler önüne seriyor.
Profesör Dr. Volkan: “ölüm kayıpların en somut ve en acı olanıdır. Ölüme karşı verdiğimiz tepkilerimizde farkında olmaksızın, geçmişimizdeki yarım kalmış, dayatılmış ya da aceleye gelmiş ayrılıklarımızın bilinçaltımızdaki kalıntılarını da bir arada yaşarız. Yas tutma, sadece ölüme karşı verilen bir yanıt değildir. Yas tutma herhangi bir yitim ya da değişikliğe verdiğimiz psikolojik yanıt ve iç dünyamızla gerçeklik arasında uyum sağlayabilmemiz için yaptığımız uzlaşmalardır,” diyor. Dr. Vamık Volkan, “her birey kendine özgü, farklı hız ve yoğunlukta yas tutar. Komplike olmamış yasın gidişatı bir yıldan iki yıla kadar sürmektedir. Yas işini yapabilme yetisi gelişimsel öykümüze bağlıdır. Doğduğumuz andan itibaren bir şeyleri geride bırakarak büyürüz. Bebek sütünü bardaktan içebilmek için annesinin memesini bırakmayı kabullenir. Yürümeye başladığında ise kucakta taşınmanın güvenliğini kaybeder. Tüm bu geçişler güvenli bir ortamda gerçekleşmiş ise çocuk iyi gelişir ve yas tutmak için sağlıklı psikolojik modele sahip bir yetişkin olma olasılığı artar. Dolayısıyla sağlıklı ayrılıklar da birbirinin üzerine inşa edilir. Eğer, ayrılıklar sağlıklı gerçekleşmemiş ise, yas işi daha yavaş seyreder,” diyor.
Böyle durumlarda kitaplar kadar çevrenin desteği de büyük önem taşıyor. Yakın ve uzak çevremiz yaşama devam etmemizi sağlıyor, acımızı unutturmasa ve azaltmasa da dayanılır hale getiriyor. Bu yüzden duygularımızı daha iyi tahlil etmek ve adımlarımızı doğru yönde atabilmek için “Gidenin Ardından” gibi kitaplar okurken bize destek olmak, acımızı paylaşmak isteyenlere de fırsat vermeyi unutmamalıyız. İnsan hiçbir acıyı kendi başına taşıyamaz çünkü.
Profesör Doktor Vamık Volkan’ın yeni çıkan bir ders kitabıyla da belki bu konuda araştırma yapanlar ilgilenebilir: “Psychoanalytic Technique Expanded: A Textbook on Psycohoanalytic Treatment”
İki kitap da Özler Aykan Yayınları’ndan (OA Publishing) çıktı. İsteyenler kitabı ozleraykan@hotmail.com adresinden temin edebilirler.
Ünlü senarist-yazar Feride Çiçekoğlu da yıllar önce bir kitap yazmıştı, “Sizin Hiç Babanız Öldü Mü” adlı. 1991’de Can Yayınları’ndan çıkmıştı. Okumadıysanız onu da öneririm.
Buarada siz de sevdiklerinizi kaybettiniz, acılar yaşadınızsa neler hissettiğinizi paylaşın burada. Hepimiz farklı bir süreçten geçmiş olabiliriz. Ve geçirdiğimiz süreçte yaşadığımız deneyimler başkalarının acılarını hafifletebilir, hayata daha iyimser bakmalarını sağlayabilir. Yeni kitaplarda buluşalım.
8 Mart’ta Kadınlar Mağdur
Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Dünya Kadınlar Günü’nde 10 ülkeden 10 kadın hakları savunucusuna ödül verdi. Bunlar arasında Kırgızistan Cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva da vardı. Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan törende Clinton, Ortadoğu’da, Arap ülkelerinde ve dünyanın diğer yerlerinde haklarını isteyen kadınlara destek verdi, Obama yönetiminin, kadın haklarını savunmayı dış politikasının öncelikli konuları arasına alacağını söyledi. Amerikan politikasının önde gelen kadınlarından biri olan Hillary Clinton hiçbir ülkenin nüfusunun yarısını ya da daha fazlasını oluşturan kadınların isteklerini ve fikirlerini gözardı edemeyeceğini belirtti. Bu yıl beşincisi yapılan ödül törenine Başkan’ın eşi Michelle Obama da katıldı. Başkan eşi olmadan önce yıllarca avukatlık yapan Michelle Obama, Dışişleri Bakanı Clinton gibi güçlü kadın imajına uyuyor. Kadınlar ve çocuklarla ilgili birçok programa öncülük ediyor.
Bu yıl Kadın Cesaret Ödülü’nü alanlar, Kırgızistan Cumhurbaşkanı Roza Otunbayeva, Afgan savcı Maria Beşir, Kamerunlu gazeteci Henriette Ekwe Ebongo, Çinli avukat Jianmei Guo, Macar parlamenter Agnes Osztokyan, Ürdünlü hukukçu Eva Abu Halaweh, Pakistanlı kadın hakları savunucusu Ghulam Sughra ve Meksika Adalet Bakanı Yardımcısı Marisela Morales. Kübalı internet yazarı Yoani Sanchez ve Beyaz Rusyalı gençlik hakları savunucusu Nasta Palazhanka, ülkeleri izin vermediği için törene katılamadı. Yani yine hakları ihlal edildi. Amerika’ya gelmelerine izin verilmedi. Yalnızca kadın hakları değil, seyahat özgürlükleri de ellerinden alındı.
Dünya Kadınlar Günü’nün kutlandığı 8 Mart’ta, kadınların siyasi alanda güçlendiğini gösteren bir araştırmanın sonuçları da açıklandı. Ancak dünyadaki kadın parlamenter sayısı hala az. Parlamentolararası Birlik’in araştırmasına göre dünyada parlamenterlerin sadece yüzde 19’u kadın. Bu oran 2005 yılında yüzde 16,3’tü. Geçmiş yıllarda da olduğu gibi, Kuzey Avrupa ülkeleri kadın parlamenterlerin en fazla görev yaptığı ülkelerin başında geliyor. Bu ülkelerdeki kadın parlamenterlerin oranı yüzde 42. Araştırmaya göre Arap ülkeleri listenin en sonunda yer alıyor ama bu ülkelerde bile 1995 yılından bu yana gelişme gözleniyor. 1995’te Arap ülkelerdeki kadın parlamenterlerin oranı yüzde 4 virgül 3 iken bu oran geçen yıl yüzde 11,7’ye çıktı. Güney Amerika’da Costa Rica kadınların siyasette en çok yer aldığı ülkelerin başında geliyor. Costa Rica’da kadın siyasetçilerin oranı yüzde 39, Amerika’da bu oran yüzde 17. Parlamentolararası Birlik Genel Sekreteri Anders Johnson’a göre, kota koymak kadın siyasetçilerin sayısını arttırmanın en etkili yolu. Johnson kadın milletvekillerinin daha iyi yasalar çıkardığını söylüyor. Parlamentolararası Birlik Ortadoğu’daki olayları da yakından izliyor. Örgüt kadınların Mısır ve Tunus’taki karar mekanizmalarında yer almamasından kaygı duyuyor. Örneğin Mısır’da yeni anayasayı hazırlayan komitede tek bir kadın bile görevli değil. Parlamentolararası Birlik, Mısır ve Tunus’ta çalışmalar yürütüp kadın sorunları, cinsiyet eşitliği ve kadınların seçilme hakkı konularına ağırlık vermeyi planlıyor.
Türkiye ise son zamanlarda artan kadın cinayetleriyle bir kez daha dünya gündeminde. Kadınlara yönelik cinayetlerin sayısı son istatistiklere göre 2002 -2009 yılları arasında yüzde 1,400 arttı. Bu istatistik, bir soru üzerine TBMM’de Adalet Bakanı tarafından açıklandı. Adalet Bakanlığına göre cinayete kurban giden kadınların sayısı son yedi yılda yüzde 1,400 lükseldi. 2002 yılında 66 kadın öldürülürken 2009’ın ilk yedi ayında bu sayı 953’e çıktı. Cinayetlerdeki artış kadın hakları örgütlerini şaşırtmıyor. Bu örgütlere göre, Türkiye’de kadınlara karşı şiddet çok yaygın. Binlerce, onbinlerce kadın kocaları tarafından şiddet görüyor ancak evlerini terkedemiyor. 72 ilde sadece 26 kadın sığınma evi var. Bu, Avrupa’daki en düşük sayı. Türkiye, Ekonomik İşbirliği ve kalkınma Örgütü OECD ülkeleri içinde çalışan kadın sayısının en düşük olduğu ülke.
Mart ayı, Amerika’da Kadın Tarihi Ayı olarak biliniyor. Mart boyunca kadınların hangi açılardan ilerleme sağladıkları, hangi alanlarda daha çok çaba harcanması gerektiği ele alınıyor. Beyaz Saray’ın yaptığı bir araştırma kadınların iş dünyasındaki yerini ve gelir düzeyini inceliyor. Raporun kadınların ve ailelerinin hayatında ve Amerikan toplumunda olumlu değişikliklere zemin hazırlayacak kararlar alınmasına yardımcı olması bekleniyor. “Amerika’da Kadınlar: Sosyal ve Ekonomik Refahın Göstergeleri” adlı rapor Amerikalı kadınların hayatını her boyutuyla ele alan bir çalışma. Veriler, Amerika’da kadınların geçmişe oranla günümüzde cinayet de dahil şiddet eylemlerine maruz kalma ve ölme olasılığının azaldığını gösteriyor. Günümüzde daha geç evlenip çocuk sahibi olan kadınlar genel nüfusun yüzde 51‘ini, 65 yaş üstü nüfusunsa yüzde 57‘sini oluşturuyor. Kadınların artrit, obezite ve depresyon gibi sağlık sorunlarıyla karşılaşma olasılığı erkeklerden daha yüksek. Kalp ve şeker hastalıklarına yakalanma riski de daha düşük. Rapor ayrıca eğitim alanında büyük gelişmeler kaydedildiği sonucuna varıyor. Ancak kadınların eğitim alanında kaydettiği gelişmeler erkeklerle eşit gelire yansımıyor. Beyaz Saray Kadın Konseyi Başkanı Valerie Jarrett, ABC Televizyonu’nda Başkan Obama’nın bu eşitsizliğe çözüm bulmak için çalıştığını söyledi. Amerika’da Kadınlar raporunu hazırlayanlar, elde ettikleri verilerin kadınların durumunun iyileştirilmesi için yeni politikalar geliştirilmesini, kız çocuklarının anne, anneanne ve babaannelerinden daha iyi yaşam koşullarına sahip olmasını sağlayacağını umuyor.
Gördüğünüz gibi, istatistikler dünyanın birçok ülkesinde kadınların hala mağdur olduğunu, mağdur edildiğini gösteriyor. Bu bir gerçek. Bundan sonraki 8 Mart kutlamalarında umarım daha olumlu ve iyimser bir tablodan söz etmemiz mümkün olur. Ben ne mi düşünüyorum? Bence bir kadının iyi eğitim alması, meslek sahibi olması, çocuklarını iyi yetiştirmesi, ailesinin her konuda gelişmesine katkıda bulunması, topluma karşı duyarlı ve saygılı ve tabii toplumun saygı ve sevgi gören bir bireyi olarak yaşamasından daha güzel hiçbir şey olamaz. Bu konudaki samimi görüşlerinizi bekliyorum.
Libya Bilmecesi
Dünya kamuoyunun dikkatinin Libya üzerinde yoğunlaştığı bugünlerde Amerikalı uzmanlar da neler olabileceğini kestirmeye çalışıyor. Washington’da Amerika’nın askeri müdahaleye ne kadar sıcak baktığı konuşuluyor. Son günlerde Washington’un gündemine Türkiye’nin ayaklanmalarla sarsılan Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için bir model olup olamayacağı tartışması eklendi. Bu konuda farklı görüşler olduğu kesin.
Geçtiğimiz günlerde Washington Post gazetesinde Amerikalı gazeteci Robert Kaplan, “Türkiye’nin İslami demokrasi açısından bir örnek olduğunu ve özgürlüğünü yeni kazanan bu ülkelere örnek oluşturabileceğini” yazdı. Kaplan, “Türkiye’nin generallerle siyasetçilerin yakın zamana kadar iktidarı paylaştığı bir kırma rejimden yola çıkarak demokrasisini geliştirdiğini” savundu.
Son bir hafta içinde çeşitli düşünce kuruluşlarında yapılan toplantılarda da bu konu üzerinde duruldu. Brookings Enstitüsü’nde konuşan Lehigh Üniversitesi öğretim üyesi ve Carnegie Uluslararası Barış Vakfı uzmanı Henri Barkey, Türkiye’nin Arap ülkelerine model olabileceği düşüncesini gerçekçi bulmadığını, Türkiye’nin ulaştığı noktanın hedef alınabileceğini ancak süreç açısından model olamayacağını söyledi. Barış Ornarlı’nın izlediği aynı toplantıda konuşan Dış İlişkiler Konseyi uzmanı Steven Cook da,Türkiye’nin model olamayacağı görüşüne katıldı. Mısır konusunda yeni bir kitap yazan Cook, özellikle Mısır’da ordunun Mübarek rejimiyle doğrudan bağlantılı olduğunu hatırlattı. Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar da Türkiye’nin bir model değil ilham kaynağı olabileceğini belirtti. Taşpınar, Arap ülkeleri konusunda genelleme yapılamayacağını vurguladı.
Seattle’daki Washington Üniversitesi Profesörü Reşat Kasaba da her ülkenin kendi dinamikleri içinde değerlendirilmesi gerektiğini, Arap ülkelerinin çok farklı yapılarda olduğunu ve Türkiye’nin modelliğinin kulağa güzel gelmekle birlikte çok gerçekçi olmadığını söyledi. Üniversite’nin Jackson Uluslararası Araştırmalar Bölümü Başkanı olan Profesör Kasaba, telefon görüşmemizde Türkiye’nin uzun bir demokrasi süreci yaşadığını hatırlattı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin önlerinde daha çok uzun bir yol olduğunu vurguladı.
Peki Amerika Libya’ya karşı bir askeri müdahale düşünüyor mu? Washington’daki uzmanlara göre, Amerika her türlü seçeneği değerlendiriyor, ölçüp biçiyor, hiçbir şeyi şansa bırakmak istemiyor. Amerikan yönetimi Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın hafta içinde Kongre’de söylediği gibi askeri bir müdahalenin Arap dünyasında büyük tepki yaratacağının bilincinde. Washington’da kaygı yaratan bir konu, ayaklanmalara sahne olan Arap ülkelerinde kökten dinci grupların nüfuzlarını arttırma, hatta iktidara gelme olasılığı. Washington’daki Amerikan Alman Marshall Fonu uzmanı Ian Lesser, Bill Clinton döneminde Beyaz Saray’ın Kuzey Afrika danışmanıydı. Lesser, Amerika’nın Libya içinde sağlam bağları bulunmadığını söylüyor, “Bu yüzden Libya’daki durumu değiştirmek için yapabileceğimiz fazla birşey yok,” diyor. Lesser’a göre, Muammer Kaddafi’nin günleri sayılı. Uzman, Mısır veya Tunus’takinden çok Irak’takine benzer farklı silahlı grupların Libya’da kontrolu ele geçirmeye çalışacağını söylüyor. Libya bilmecesinin kolay çözülmeyeceği görülüyor. Gelişmeleri bekleyip göreceğiz.
Buarada www.amerikaninsesi.com adresine girerseniz, bu konudaki son gelişmeleri ve Profesör Reşat Kasaba ve 2002-2008 yılları arasında Türkiye’nin Trablus Büyükelçisi olan Rıza Erkmenoğlu dahil birçok uzmanla yaptığımız (Büyükelçi Erkmenoğlu’yla Selin Süer Ünlü konuştu) bütün söyleşi ve derlemeleri bulabilirsiniz.
Neden Gökkuşağı
Gökkuşağı çünkü Washington’un havasını bunca yıl soluduktan ve her türlü haberle dostluk kurduktan sonra yalnızca tek bir konu seçme ve tek bir konuya yoğunlaşma zorluğu yaşadım. Washington öyle enerjik bir başkent ki, hayat inanılmaz bir hızla akıp gidiyor, olaylara yetişmek zor. Yalnız siyasi açıdan değil, her konuda Washington çok kendine özgü bir metropol. Bir yandan Kennedy Sanat Merkezi’nde Madam Butterfly operasını zevkle izlerken, bir yandan ertesi gün yapacağı zor açıklamayı düşünen siyasetçiler, diğer yandan Beyaz Saray’ın tam karşısındaki La Fayette Park’ın vazgeçilmez evsiz protestocuları, bir başka köşede Latin Festivali’nden yükselen ezgiler, Ekim ayıysa Beyaz Saray’ın birkaç sokak ötesinde geleneksel Türk Festivali’nden yükselen döner kokuları, haritalarda görünmese de Washington’a çok farklı bir görünüm kazandıran Potomac nehrinin yemyeşil kıyıları. Zaman zaman Türkiye’de her su kenarının vazgeçilmezi çay bahçelerini, temiz havada demli bir çay içip simit yemenin güzelliğini hatırlayıp için için gülümsemek de dahil bu yeşilliğe. Potomac’da küçük bir gemi turunda Boğaz’ı hayal etmek de. İstedim ki hepsini paylaşayım sizlerle. Herkese merhaba! Gelin birlikte yaşayalım geniş yelpazesinde Washington’un gerçeklerini.