G8 Zirvesi’nde Atılan Gol!

Posted May 21st, 2012 at 2:04 pm (UTC-5)
2 comments

Başkan Barack Obama, Cuma ve Cumartesi günleri zengin dostlarını, resmi ifadeyle G8 liderlerini, başkent Washington yakınlarındaki Camp David’de ağırladı.

Amerikan liderleri daha önce de önemli isimleri burada ağırlamış tarihin akışına burada yön vermek istemişlerdi.
Örneğin, 1978 yılında Başkan Jimmy Carter, dönemin Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menahim Begin’i günler süren gizli görüşmeler sonrasında barışa zorlamıştı. 2000 yılında da Bill Clinton, Filistin eski lideri Yaser Arafat’la İsrail eski Başbakanı Ehud Barak’ı yanına alıp Filistin meselesini çözmeye çalışmıştı.

Bu yüzden Camp David denilince adı geçen liderlerin ellerinin kenetlendiği resimler gelir akla… En azından benimkine…

Ama son Camp David zirvesinden aklımda kalacak olan, liderlerin kısa bir molada, ayakta izledikleri Chelsea-Bayern Munich maçı sırasındaki görüntüleri olacak.

İngiliz Başbakan David Cameron, Chelsea’nın golüne iki elini yukarıya kaldırarak sevinirken, hemen yanı başındaki Obama, ellerini kaldırmasa da “Ooooo” der haliyle sevinçli gibi. Yanı başlarındaki Merkel ise keyifsiz ve sesiz kalmayı tercih etmiş, iki eliyle de önündeki koltuğa tutunmuş vaziyette. Üzüntüden yıkılmış ama ayakta…

Maçtan sonra, Washington Post’un yalancısıyım, liderler biraz da dalga geçmişler Merkel’le, ama sonra Cameron, Merkel’i dostça kucaklayınca iş tatlıya bağlanmış. (Aslında Guardian gazetesine bakılırsa, Merkel, iPad’inde maçın penaltı atışlarında kaldığını görünce, “Bunu mutlaka izlemem lazım,” diyerek Suriye görüşmelerini yarıda bırakmakta bir sakınca görmemiş. Obama da bunun üzerine ‘Cameron’a dönüp, sen de izlemek ister misin?” deyince işte bizim fotoğraf görüntüsü ortaya çıkmış.)

Bunları niye mi anlatıyorum ? Aslında biraz da zirvenin ruhuna yansıdığından. Katı ve tasarrufçu tedbirleriyle tüm Avrupa kıtasını mali açıdan yeniden disipline etmek isteyen Merkel’e, kahvehane deyimiyle, bu politikaya karşı çıkan liderlerce “siyasi gol” atıldığından…

Çünkü zirveden çıkan sonuç Almanların gol yeme halini doğrular nitelikte.

Başkan Obama, Avrupa’daki krizin “daha çok tasarrufla” değil de kendisinin Amerika’da yaptığı gibi “harcamaların devamıyla” aşılacağına inanıyor. Fransız lider Francois Holllande da aşırı kemer sıkma politikasının karşısında ve bunu değiştirme vaadiyle sandıktan çıktı.

Zaten Fransa’nın yeni lideri Francois Hollande, Camp David’e gitmeden önce Beyaz Saray’da Başkan Obama ile biraraya gelip reçetenin tasarruf değil, büyümede yattığı görüşünü yinelemişti. İtalya’nın teknokrat Başbakanı Mario Monti, Hollande’dan da önce açmıştı bayrağı, “ille de harcama yapmak lazım” diye. İngiliz lider David Cameron ve Kanada Başbakanı Stephen Harper da Euro sorununa çözümde izlenen yolları eleştiriyorlardı.

İşte G8’e katılan liderlerin çoğunlukla harcamalardan yana olması Merkel’i neredeyse bu konuda tek başına bıraktı. Her ne kadar Merkel baskılara dirense de, zirveden liderlerin; bundan sonraki dönemde “harcama ve büyüme odaklı” politikalar izleyeceği mesajı ile Alman Bayern-Munich’in gol yediği andaki fotoğrafları yansıdı kamuoyuna…

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

ABD, Avrupa’yı Yeniden Keşfediyor, Peki ya Türkiye?

Posted May 14th, 2012 at 12:22 pm (UTC-5)
Leave a comment

Amerikalı iş çevreleri uzun yıllardır, başta Çin olmak üzere BRICS ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirdikçe, Avrupa’dan vazgeçmemiş ama eski kıta geçmişteki gibi yeni kıta için “apple of the eye” yani “gözbebeği” olma özelliğini biraz da olsa yitirmişti.

Ancak şu sıralar yeniden bir keşif söz konusu. Ama bu sefer ne keşfedilen Amerika, ne de keşfeden Avrupa. Bu kez, Amerika, Avrupa’yı yeniden keşfediyor.


Başta Daron Acemoğlu gibi ünlü ekonomistlerin de sözcülüğünü yaptığı “Çin, ne kadar hızlı büyüse de ekonomide dünya lideri olamaz, çünkü bu ülkede özgürlük olmadığından inovasyon gücü de yok” görüşü giderek kabul görmüş olmalı ki Amerika Ticaret Odası bile geçtiğimiz günlerde yaptığı bir basın toplantısında Avrupa ile ticaret yapmanın faydalarına dikkati çekti.

Ticaret Odası, bu kanıyı sağa sola yaymadan önce de Johns Hopkins Üniversitesi Transatlantik İlişkileri Merkezi ile Alman Marshall Fonu’nu bu konuda bir araştırma yapmakla görevlendirdi.

Araştırmadan çıkan sonuç, Avrupa’nın krizde bile, yüksek alım gücüyle hala Çin’den çok daha cazip bir yer olduğu.

Araştırmayı yapan Johns Hopkins Üniversitesi araştırmacılarından Joseph Quinlan de bu konuda açık ve net konuşuyor. Quinlan, “Medyada boy gösterip, dünya ekonomisinin geleceğinin Çin gibi gelişmekte olan ülkelerin elinde olduğunu söyleyenler, sanki Avrupa’nın giderek daha önemsizleştiğini iddia eder gibiler. Bunun gerçekle yakından-uzaktan hiçbir alakası yok,” diyor.

Bu iddiasını kanıtlamak için de Amerikan şirketlerinin geçen yıl yurtdışında elde ettikleri karlarının yarısından fazlasının, yani %53’ünün Avrupa’dan geldiğine dikkati çekiyor. Sonra da bu rakamla yetinmeyip, “2011 karları, Asya’dan gelen karın %156 kat daha fazlası,” diyor.

Son araştırmaya göre tüm Avrupa ekonomisi hala Amerikan ekonomisinden daha büyük. Dünya Ekonomi Forumu’nun küresel rekabetçilik sıralamasında yedi Avrupa ülkesi ilk on sırada. Yine sıralamalara göre, Avrupa iş yapılması en kolay yerlerin başında geliyor. Dünya Bankası’nın “iş dostu” ilk 25 ülke sıralamasında 12 ülke Avrupa’dan.

John Quinlan, bütün bunlara ek olarak sürekli öne çıkarılan Çin’in aslında milyonlarca yoksulun yaşadığı, kişi başına alım gücünün Avrupa ile kıyaslanamayacak kadar düşük kaldığı istikrarsız pazar olduğunun altını çiziyor.
Quinlan’in yaptığı bir diğer vurgu ise Türkiye’yi ilgilendiriyor. Ekonomist Quinlan, Avrupa’yı, Amerika açısından cazip kılan unsurları sayarken “Avrupa; Türkiye, Rusya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika gibi tüketim ve ekonomik büyüme açısından büyük potansiyeller taşıyan pazarlara da kapı komşudur,” diyor.

Yaklaşık 3 milyon Amerikan işletmesini temsil eden Amerika Ticaret Odası’nın bu bakışını iyi değerlendirmek gerekiyor. Yani herkes, “Avrupa battı yaşasın BRIC’ler” nidaları atarken, Amerika, eski kıtanın sanılanın aksine gücünü yitirmediğini düşünüyor: “Krizler geçici, krizlerin tetiklediği olumlu yapısal reformlar kalıcıdır. Uzun vadede kriz, Avrupa’yı zayıflatmaz güçlendirir,” diyor.

Özetle, Ticaret Odası, 3 milyon üyesine, “Avrupa’daki daralmadan korkup, çil yavrusu gibi oraya buraya dağılmayın, Avrupa’da kalın ve kriz geçince de hız kazanacak büyümeden siz karlı çıkın” tavsiyesinde bulunuyor. Bu tavsiyeden “vazife çıkarmak” için ille de Amerikan şirketi olmak gerekmiyor.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Türkiye Neden ABD’ye Mal Satamıyor!

Posted April 30th, 2012 at 2:26 pm (UTC-5)
3 comments

Başkan Barack Obama, Amerika’nın, emlak krizinin tetiklediği “Büyük Resesyon”dan çıkması için bugüne kadar yüz milyarlarca dolarlık teşvik paketleri dahil bir dizi yönteme başvurdu. Obama’nın resesyondan çıkış reçetelerinden biri de ihracatı artırmaktı. Bu yüzden Başkan, beş yılda Amerika’nın ihracatını iki katına çıkarma hedefini seçti. Panama, Güney Kore ve Kolombiya ile imzalanan ve büyük pazarlıklar sonrasında Kongre’den onay alan serbest ticaret anlaşmaları, Çin ile yapılan sıkı müzakereler, farklı bakanlıklara bağlı ticaret ve ekonomiyle ilgili birimleri tek bir çatı altında toplama girişimi hep bu hedef doğrultusunda atılan adımlardı.

Amerika’nın ihracatı geliştirme hedefi Türkiye’nin de bu ülkeyle daha fazla ticaret yapma isteğiyle örtüşüyor. Bu yüzden de son iki yıldır, ticaret hacmi 16 milyar Dolar’dan 20 milyar Dolar’a kadar çıktı. Ama her iki taraf da hala ekonomik ve ticari ilişkilerin askeri ve siyasi alandaki işbirliğinin gerisinde kalmasından şikayetçi. Hele ki Türk tarafı ticaret hacmi büyüse de bunun dengeli biçimde artmamasından, terazinin kefesinin hep Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı ihracatın fazlalığıyla ağır basmasından şikayetçi.

Peki Türkiye neden Amerika’ya istediği oranda ihracat yapamıyor? Amerika Ticaret Odası’nın Avrupa ve Avrasya İşlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı Peter Rashish’e göre bunu birkaç faktöre bağlamak mümkün.

Bunlardan ilki, Türkiye’nin bugüne kadar ilgisini daha çok kendi coğrafyasına yakın olan yerlere, özellikle de Avrupa’ya yoğunlaştırmasından kaynaklanıyor. Gerçi aynı durum Amerika için de geçerli… Amerika da bunca yıldır hep Çin, Brezilya, Hindistan odaklı kaldı.

Rashish’e göre son zamanlarda artık bu durum değişiyor, her iki taraf da açıkçası artık birbirinin radarına girmiş durumda.

Ama, karşılıklı olarak iki tarafın birbirinin farkında olması, karşı tarafı daha iyi algılaması işin daha başı. Zira, Türk firmalarının bugüne kadar hep başka pazarlara odaklanmaları yüzünden isimleri, markaları ve ürünleri Amerika’da tanınmıyor, bilinmiyor.

Amerika’nın büyük bir pazar olması beraberinde büyük fırsatlar kadar büyük yatırımları da gerektiriyor. Rekabetin çok güçlü olduğu bu ülkede kar marjları düşük olduğundan büyük yatırımlar büyük riskleri de getiriyor.
Peter Rashish, “Amerika’daki potansiyeli kullanabilmek için Türk şirketlerinin lojistik merkezler kurmaları, deneyimli uzmanlardan yararlanmaları gerekli,” diyor.

Özetle, Türk firmalarının coğrafi uzaklığı göze alsalar bile, büyük yatırımları, geniş çaplı tanıtım ve reklam kampanyalarını da göze almaları gerekiyor.

Aslında Türk işadamları son zamanlarda son derece iyi bir stratejik açılımla, Amerika’yı ülke bazında değil, eyalet bazında “arşınlıyor”. İş heyetleri, belirli eyaletlerdeki kardeş şehirleri ziyaret ederek hem kendilerini tanıtıyor, hem de ziyarete geldikleri şehirleri tanıyor. Hatta Kızılderili kabileleriyle bile iş yapmanın yollarını arıyor.

Ama Türk işadamlarının yine de asıl arzuladıkları Amerika ile adı öyle konmasa da serbest ticaret anlaşması imzalamak.

Buna Washington henüz yanıt vermiş veya bu alanda girişim başlatmış değil, ancak bu konuda herhangi bir ilerleme olmadan önce Amerika’nın Türkiye’de daha fazla yasal öngörülebilirlik, daha fazla şeffaflık ve özellikle de telif haklarında hala yaşanan pürüzlerin giderildiğini görmek isteyeceği rahatlıkla söylenebilir.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Reformlar Başka Bahara

Posted April 23rd, 2012 at 12:36 pm (UTC-5)
Leave a comment

Washington’da bu hafta yine gündemler üst üste bindi. Bir yanda, dünyayı sanayi kirliliğinden korumaya çalışan çevrecilerin “Doğa Günü” diye çevirebileceğimiz “Earth Day” faaliyetleri vardı : Bu çevreciler, ormanlarda, parklarda, nehir kıyılarında arı gibi çalışıp, pet şişeleri topladılar, park bekçilerinin kulübelerini boyadılar, olası taşkınları önlemek için bentleri gözden geçirdiler, yolları temizlediler. Diğer yanda ise kentin göbeğindeki Uluslararası Para Fonu (IMF) binasında toplanan maliye bakanları vardı. Bakanlar da aslında olası bir taşkını önleme konusuna odaklandılar. Ama burada önlem alınan olası taşkın, Avrupa’daki krizin gelişmekte olan ülkelere yayılma ihtimaliydi.

AP

İşte bu yüzden üye ülkeler, IMF’ye 430 milyar Dolar daha fon sağlama vaadinde bulunarak, Avrupa krizindeki ülkelere yardım kapasitesini iki kat artırdılar. Avrupa’daki krizin “çevreye taşmaması” için bir çeşit küresel bent kurdular.

Gelişmekte olan ülkeler de krizi önleme fonuna ek katkıda bulunma vaadinde bulundular. Ancak rakam açıklamadılar.

Rakamın açıklanmamasıyla, bahar toplantılarında “yeni zenginlerle” “eski varlıklılar” arasındaki yüksek gerilim hattı, Nisan yağmurlarında birbiri ardına çakılan şimşekler misali, görünürlük kazandı. Gerilim eski zenginlerin IMF temsil ve yönetiminde yeni zenginlere “yer açmada” biraz gönülsüz davranmasından; 2010 yılında kabul edilen reformları kendi ülke meclislerinde onaya sunma işini biraz ağırdan almasından kaynaklanıyor.

Mesela Başkan Barack Obama’nın Kasım ayındaki seçimlerde, kendisine puan kaybettirebileceğini düşündüğü gerekçesiyle, konuyu Kongre’ye götürmeyeceğinin anlaşılması yeni zenginlerin canını biraz sıkmadı değil. Reformlar, onaylandığında, Amerika’nın fona yaptığı katkı payını artırması gerekiyor ki bu, Obama açısından, zaten bu tür kurumları sevmeyen ve federal harcamaları olabildiğince her yerden kesmek isteyen Cumhuriyetçilerin seçimlerde ekmeğine yağ sürmek anlamına geliyor.

Aslında, reformlar kabul edildiğinde en fazla kayba uğrayan şu sıralarda en fazla yardımı alan Avrupa olacak. Çünkü iki yıl önceki vaatlere göre Avrupa, elindeki sekiz koltuktan ikisini kaybedecek. İşte bu yüzden Avrupalı da olsa IMF Başkanı Christine Lagarde’ın, yeni zenginlerden bu hafta taahhütte bulundukları parayı alabilmek için hem Avrupa hem de Amerika’ya baskı yapması bekleniyor.

IMF Başkanı Christine Lagarde, zaten, “Herkes büyüklüğü aynı kalan pastadan daha fazla pay almak istiyor, bu yüzden en doğru yol ‘biraz alıp-biraz vermekten’ geçiyor,” diyerek sanki azıcık Avrupa’ya aba altından sopa göstermiş gibi oldu. En azından bu tür bir demeci ben öyle algılıyorum.

AP

Lagarde’ın, Haziran’daki G20 toplantısına kadar kısa bir zamanı var. Çünkü gelişmekte olan ülkeler taahhüt ettikleri yardımın miktarını bu toplantıda açıklayacaklar. İşte bu süre zarfında da anlaşılan kulislerde, ikili ve çoklu görüşmelerde, çalışma yemeklerinde, resmi konferanslarda, kısacası olabilecek her ortamda yeni reformların onayı gündemin her daim bir kenarında olacak. Sonunda reform ne kadarsa, yardım da o kadar olacak…

Ama tabii bir de bunun “aması” var: 2010 yılında kabul edilen reformların, önceden belirlenen takvime göre 2012 Ekim ayına kadar tamamlanması öngörülüyordu. Ancak araya ABD başkanlık seçimleri de girdiğinden sürecin onayı sonbahara değil muhtemelen ikinci başka bahara kalacak gibi… Bu durumda da belki yeni zenginler de taahhüt rakamını açıklamayı bir sonraki bahara bırakabilir…

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Dünya Bankası Başkanı Kim!

Posted April 16th, 2012 at 1:10 pm (UTC-5)
Leave a comment

Yine olmadı, gelişmekte olan ülkeler yeni dünya düzeninde daha fazla söz hakkı iddiasını bir kez daha kaybetti. Dünya Bankası Başkanlığı yarışında yine eski zenginlerin isteği oldu ve Amerika’nın adayı Jim Yong Kim, Robert Zoellick’ten boşalacak koltuğa oturma şansını elde etti.

Geçen sene de Dominique Strauss Kahn tatsız bir skandal sonrasında Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanlığı’ndan ayrılmak zorunda kalınca, (İngilizce adlarının baş harflerinden yola çıkarak BRICS olarak anılan) Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika “artık Batılı güçlerin tercih ettiği isimleri istemeyiz” diye kazan kaldırmış ama aynı adayın etrafında toplanamadıklarından tercihlerini sonuca yansıtamamışlardı.

Dünya Bankası yarışında da biraz benzeri bir durum oldu. Başkan Barack Obama, Kore asıllı Jim Yong Kim’i aday olarak gösterse de Nijerya Maliye Bakanı Ngozi Okonjo-Iweala ve Kolombiyalı meslektaşı Jose Antonio Ocampo da başkanlık yarışına girdi. Gerçi Cuma günü Ocampo adaylığını geri çekti, ama Nijeryalı Ngozi Okonjo-Iweala iddialıydı.

Gerçi iddialıydı dediğim Okonjo-Iweala bile Dünya Bankası’nda yıllarca üst düzey görevleri üstlenmiş olmasına rağmen pek de umutlu değildi. Öyle ki verdiği bir demeçte, “Seçimin mesleki deneyime dayanmadığını biliyorum ama en azından bu yarışa katılarak süreci değiştirme aşamasının başlatmayı umuyorum,” diyordu.
Nijeryalı adaya destek vermeyenler, aslında en çok da Maliye Bakanı’nın Dünya Bankası bünyesinde görev yapmış olmasını eleştirdiler. Bu görüşte olanlar “Okonjo-Iweala içerden biri, dolayısıyla Dünya Bankası’na ihtiyacını duyduğu yeni enerjiyi, yeni kanı taşımıyor, bu yüzden de kuruma yeni bir perspektif getiremez,” iddiasındaydı.


İşte bu anlamda Başkan Barack Obama’nın adayı öne çıkıyordu. Daha önceki Dünya Bankası liderlerinin geçmişinde genelde ekonomi-finans ağırlığı hissedilse de Kim, sosyal ve kamu sağlığı alanındaki başarılarıyla tanınan bir isim. Doktor, antropolog ve de Darthmouth Üniversitesi Rektörü. Kim, BM’de AIDS’le mücadele faaliyetlerine katılırken, yoksul ülkelerdeki fakirlere sağlık hizmeti veren kar amacı gütmeyen bir sivil toplum örgütü kurmayı da ihmal etmeyen biri.

Kim, bu özellikleriyle görevini 30 Haziran günü bırakacak olan şimdiki Başkan Robert Zoellick’ten de ayrılıyor. Zoellick, Goldman Sachs, Fannie Mae, Maliye Bakanlığı ve Amerika Dış Ticaret Temsilciliği gibi kurumlarda başarılı çalışmalar yapan bir isim.

2007 yılında Paul Wolfowitz’in yerine Dünya Başkanlığı görevine gelen Zoellick aslında aynı dönemde filizlenen büyük mali kriz sırasında sık sık yoksulların avukatlığını yaptı ve gelir adaletsizliğinin, gençler arasındaki işsizliğin büyük bir kaynama noktası olduğuna işaret etti.

Şimdi, bu insani konulara daha yakın bir isim olan Kim’in, Zoellick’in sözcülüğünü yaptığı bu yoksulların hayatını Dünya Bankası aracılığıyla değiştirmesi, gelir eşitsizliğini azaltıp, gençlerin umutlarını artırması bekleniyor.

Kim bu konular üzerinde yoğunlaşırken başta BRICS ülkeleri olmak üzere yeni ekonomik düzende söz sahibi olan gelişmekte olan ülkelerin de bir sonraki yarışta kendi adaylarını seçtirtmek üzere yeni planlar geliştirmeleri gerekiyor.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

ABD’den Girişimcilere Yeşil Kart

Posted April 9th, 2012 at 10:32 am (UTC-5)
Leave a comment

ABD, 2008 yılındaki kriz sonrasında ekonomiyi canlandırmak için milyarlarca dolarlık teşvik paketleri çıkardı, merkez bankası aracılığıyla gevşek para politikaları izledi. Hükümet aynı zamanda tüm dünyadaki girişimcileri Amerika’ya çekmek üzere göçmenlik politikalarında da bazı değişiklikler yaptı. Bu değişiklikler arasında iki göçmenlik kategorisinde getirilen kolaylıklar da var. Bu kategoriler EB2- yeşil kart kategorisi ve H1-B oturma ve çalışma izni kategorisi olarak biliniyor. Geçen yıl Ağustos ayında yapılan değişiklikle bu iki kategoriden yararlanma olasılığı genişletilmiş oldu.

Washington merkezli Butzel Long Tighe Patton hukuk şirketinin avukatlarından Efe Poturoğlu, EB2 Yeşil Kart uygulamasında yapılan değişikliği ve beraberinde gelen kolaylığı şu sözlerle açıklıyor: “EB-2 kategorisi üst dereceli profesyonellere yeşil kart alma hakkı tanıyor. Normalde bir kişinin bu kategoriden yeşil kart alabilmesi için sponsorluğunu yapan bir işveren tarafından kalıcı olarak işe alınması ve çok zahmetli olan çalışma ruhsatı alma sürecinden geçmesi gerekiyor. Ancak bu süreci kısaltmak için “ulusal çıkar istisnası” kullanılıyor. Yani Amerika’nın ulusal refahına ve ekonomisine üstün derecede katkıda bulunacak kişiler için Çalışma Bakanlığı’ndan izin alma zorunluluğu ortadan kaldırılıyor. Bu istisna eskiden sadece bilim insanları, doktorlar ve araştırmacılar için kullanılırdı, şimdi ise 2011’de yapılan değişiklikle aynı istisna girişimcilere de tanınıyor.”

Amerika, artık girişimcileri ulusal çıkarının bir parçası olarak görse de bu istisna her girişimciyi kapsamıyor.

Yeşil kart için 10 yıllık girişimcilik yeterli

EB-2 kategorisinden yararlanarak Amerika’da iş kurma yoluyla yeşil kart almak isteyenlerin en az yüksek lisans derecesi ya da 10 yıllık girişimcilik tecrübesi olması koşulları aranıyor.

Poturoğlu, “Girişimcilere tanınan bu kolaylıktan yararlanmak için ya işletme yüksek lisansı veyahut kurulacak iş sahasındaki master derecesi aranıyor. Ancak daha önce 10 yıllık başarılı kuruculuk veya girişimcilik deneyiminiz varsa, akademik derece zorunluluğu ortadan kalkıyor,” diyor.

Elbette kurulacak yeni şirketin de Amerika genelinde iş sahası yaratması ve ekonomiye katkıda bulunması da aranan koşullar arasında. Bu nedenle daha önceki başarılı deneylerin veya kurulacak yeni şirketin güçlü bir işletme planı olması da önem taşıyor.

Bu çerçevede EB-2, yine girişimcilere yeşil kart alma hakkı tanıyan EB-5 kategorisine göre daha kolay. Çünkü EB-5 kategorisi girişimcilerden en az 500 bin ile 1 milyon dolarlık yatırım ve belli bir sayıda yeni istihdam yaratılması koşullarını arıyor. Oysa EB-2’de başlangıç sermayesinin alt limiti yok, önemli olan sunulan iş planının ne kadar güçlü olduğu.

Planın ne kadar güçlü olduğu ise ekonomistlerin görüşüne başvurularak belirleniyor. Poturoğlu, bu kategori için özellikle biyo-teknoloji ve yeşil enerji sektörlerinin şansının daha fazla olduğunu düşünüyor.

H1-B geçici çalışma vizesinde ne değişti?

2011 yılında yapılan bir diğer değişiklik ise geçici çalışma vizesi veren H1-B kategorisini etkiliyor.
Avukat Efe Poturoğlu, bu konudaki değişikliği ise şöyle özetliyor: “H1-B geçici oturma ve çalışma vizesinden yararlanmak için bu vizeye sponsor olabilecek bir şirkette iş bulmak gerekiyor, ama 2011’de yapılan değişiklikle kendi şirketini kuranlara, bu kurdukları yeni şirket aracılığıyla kendi kendilerine sponsor olma hakkı tanınmış oldu.”
Yani Amerika’da şirket kuran bir kişi 3 yıllık çalışma ve oturma izni veren ve bu 3 yılı ikinci bir kez uzatma hakkı tanıyan H1-B kategorisinden yararlanabiliyor.

Ancak burada şirketin kuruluş ve yönetim biçimi önem taşıyor. Poturoğlu, bu koşulu da şöyle açıklıyor. “Kurulan şirketin sahibinden bağımsız hareket edebilecek bir yönetim kuruluna sahip olması gerekiyor. Bu kurulun da şirket sahibi üzerinde, işten çıkarma dahil, tam yetkisi olması koşulu aranıyor.

Yine bu kategoriden yararlanmak için belirli bir sermaye oranı aranmazken, şirket kurucusunun en az lisans derecesi bulunması bekleniyor.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Amerika Liderliğini Koruyabilir mi?

Posted April 2nd, 2012 at 1:26 pm (UTC-5)
Leave a comment

Geçen hafta ünlü ekonomist Daron Acemoğlu’nun Türk ekonomisine ilişkin değerlendirmelerini aktarmıştım, bu hafta da Amerika ve Çin konusundaki görüşlerini yazmak niyet ve arzusundayım…

Malum Acemoğlu, ekonomi ve akademik çevrelerde merakla beklenen “Why Nations Fail” isimli kitabını bir süre önce yayınladı. Merakla beklenen diyorum, çünkü Acemoğlu, bu kitabı 15 yıllık çalışmaları sonrasında James Robinson’la birlikte kaleme almış.

Bu ikilinin kitapta savundukları görüş özetle şu: “Uluslar, ekonomik ve siyasi kurumlarını, toplumun her kesimine açık tuttukları sürece zenginleşir. Bu kurumlar dışlayıcı bir nitelik taşımaya başladığı andan itibaren de gerilemeye başlar.”

Acemoğlu ile Robinson bu açık kurumları “kapsayıcı -inclusive” olarak tanımlarken, iktidarın ve her türlü fırsatın küçük bir grubun elinde toplandığı kapalı olanları da “dışlayıcı -extractive” olarak tanımlıyor.

Bu durumda özgür düşüncenin ve serbest pazar koşullarının hakim olduğu, girişimciliğin ve yaratıcılığın teşvik edildiği, aldığı kararları halkın önünde savunmak zorunda olan iktidarların bulunduğu toplumlar ilk gruba giriyor. İkinci grubu ise ekonomik ve siyasi karar sürecini küçük bir grubun belirlediği, özgürlüklerin –gerek siyasi görüş anlamında gerekse belirli pazarlara giriş anlamında — kısıtlandığı toplumlar oluşturuyor.

Bu tanımlamalara bakıldığında Amerika ve Avrupa ilk grupta yer alıyor, Çin ise daha çok ikinci grupta yerini sağlamlaştırmış durumda. Peki o zaman, Çin, tüm dünyada parmakla gösterilen büyüme rekorlarına imza atarken, Amerika, nasıl oluyor da geride kalıyor? Yoksa demokratik değerler, topluma hesap vereceğini bilmek zorunda olan iktidarlar büyümenin önünde engel mi oluşturuyor?

Acemoğlu, bu soruya hayır yanıtını veriyor, çünkü Çin’in başarısını sürdürülebilir bulmuyor, taklit teknolojiyle ancak kısa mesafe yol alınacağını, yaratıcılığı teşvik etmeyen Çin’in uzun soluklu başarı kazanamayacağını söylüyor.

Acemoğlu, “Hatırlarsanız, Sovyetler Birliği de yaklaşık 30-40 yıl büyük ekonomik başarılar elde etmiş, herkes acaba doğru olan yöntem bu mu diye düşünür olmuştu?” diyor. Ama SSCB’nin “dışlayıcılığı” yüzünden sonunu hızlandırdığını da hatırlatıyor. Çin de bugünkü “dışlayıcı” yapısını sürdürmeye devam ederse, ekonomik büyümesi duracak diyor. Bu yüzden de özenilecek bir tarafı olmadığının altını çiziyor.

Peki bu durumda son gülen yine Amerika mı olacak? Belki “evet” belki “hayır”.

Hani, şu mali kriz sonrasında yavaş yavaş duymaya başladığımız “%99” ve “%1” rakamları var ya… Daron Acemoğlu da “İşgal” hareketinin dile getirdiği bu görüşü hatırlatıyor: “Toplumun en zengin kısmını oluşturan %1’lik kesimin ulusal gelirden aldığı pay, %15’den az iken, son 20-30 yılda %25’e çıktı” diyor. Ama asıl tehlike paranın zenginlerin elinde toplanması değil, parayı elinde tutan bu zengin kesimin kendi çıkarlarını korumak için siyasi gücü de tamamen eline geçirmesi. Bu açıdan bakınca da büyük paralar gerektiren lobicilik ve artık hiçi bir siyasetçinin göz ardı edemeyeceği seçim kampanyasına bağış toplama zorunluluğu, sanki Daron Acemoğlu’nun Amerika’nın geleceğin duyduğu güvene kuşku düşürüyor.

Bu durumda Acemoğlu’na göre eğer Amerika, ekonomik ve siyasi eşitsizliğin artmaya devam ettiği bir yer olursa, ekonomik refahı eskisi gibi artmayabilir. Çin ise siyasi açılımı sağlamadığı sürece bugünkü yüksek büyüme hızını gelecekte tekrarlayamayabilir.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Türkiye Ekonomik Büyümesini Sürdürebilir mi?

Posted March 26th, 2012 at 1:28 pm (UTC-5)
1 comment

Daron Acemoğlu, ekonomi çevrelerinin son yıllarda dikkatleri üzerinde toplayan yıldız bir ismi. Hatta neredeyse rock yıldızlığının “ekonomideki karşılığı” statüsünde. Öyle ki geçtiğimiz hafta başkent Washington’da kitabının tanıtımı için Amerikan İlerleme Merkezi’nde (Center for American Progress) yaptığı konuşmadan sonra, dinleyicilerden sorudan çok iltifat aldı. Dünya Bankası başkanlığına layık görenler de vardı, ünlü ekonomistin görüşlerini dinleme fırsatı bulduklarına şükredenler de… Hatta katılımcılar arasında yer alan genç bir bayan, “Eğer kendinize fanatik bir hayran (groupy) arıyorsanız, benden daha iyisini bulamazsınız,” diye iltifatın da ötesinde bir yorum yapmaktan kaçınmadı. Daron Acemoğlu ise kendisine yakıştırılan bu süper star rolüne rağmen fanatik hayran toplamaktansa, ulusların neden başarılı-neden başarısız olduğuna dair veriler topluyor. “Why Nations Fail” isimli kitabı da bunun bir ürünü.

Acemoğlu, James Robinson’la birlikte yazdığı kitabında ülkelerin başarısının ne liderlikte, ne coğrafi konumda, ne doğal zenginliklerde ne de iklimde yattığına inanıyor. Acemoğlu’na göre başarının sırrı açık siyasi ve ekonomik kurumsallaşmada… Bir toplumda siyasi ve ekonomik kurumlar küçük elit çıkar gruplarının değil de halkın istek ve ihtiyaçlarına cevap verdiği sürece başarının da o denli uzun süreli olacağı görüşü hakim Acemoğlu’nda.
Ünlü MIT profesörü bu görüşünü anlatmak için de örnekleme yoluna gidiyor: “İngiltere ve Amerika zengin oldu, çünkü bu iki ülkedeki halk, iktidarı elinde tutan elitleri uzaklaştırıp, siyasi hakların eşit olarak dağıtıldığı, iktidarların halka hesap verdiği ve geniş kitlelerin ekonomik fırsatlara erişebildiği bir sistem kurdu.”

Daron Acemoğlu ile Washington’daki panel sonrasında, ayaküstü de olsa Türkiye’yi konuşma fırsatım oldu. Ulusların neden başarılı veya başarısız olduğuna dair yüzlerce sayfa dolduran Acemoğlu’nun ulusal dinamikleri değerlendirdiğinde Türkiye’yi nasıl gördüğünü merak etmemek elde değildi, zira.

Acemoğlu, Türkiye’de son 20 yılda siyasi kurumlaşmanın daha dengeli hale geldiği görüşünde, ama bu ilerlemeye rağmen, hiçbir zaman siyasi özgürlüklere tam anlamıyla saygı gösterilmediğini de söylüyor. “Hem medyada hem de siyasette her değişik görüşün özgür şekilde değerlendirilmesi lazım ki, siyasi eşitlik dediğimiz şeyin gerçekleşmesi bir olasılık haline gelsin,” diyor Acemoğlu. Yani Türkiye’de siyasi sistemin önü kitapta atfedilen başarı formülüyle karşılaştırıldığında tam da açık değil.

Peki ya sadece elitlerin değil de geniş kesimlerin ekonomik fırsatlardan yararlanması? Daron Acemoğlu, bu alanda Türkiye açısından önemli bir ilerleme görüyor: “Ekonomideki özgürlükler çok açıldı, ekonomi hem yaratıcılık, hem yatırım hem de değişik sektörlere enerji getirmek açısından çok daha sağlıklı durumda. Bugün Türkiye’nin ekonomisi İstanbul’daki birkaç holdingden ya da bir tek İstanbul’dan enerji almıyor. Bunlar ekonomik kurumların daha açık bir şekilde gelişmesi anlamına geliyor.”

Ekonomik fırsatların daha geniş kitlelerin menziline girmesi olumlu adımlar. Ama, Acemoğlu’nun başarı formülünün diğer yarısı “siyasi sistemin de her kesime açık olması”. Bu çerçevede ordunun siyasetteki etkisinin azaltılmasını, ordunun çevresindeki grupların siyasi gücünün azaltılmasını “iyi bir gelişme olarak” değerlendiriyor, Acemoğlu. Ama bunu da yeterli bulmuyor: “Türkiye’nin gerçekten demokrasiye geçmesi lazımdı, ama aynı zamanda demokrasiye açılmak bir tek orduyu ortadan kaldırmak değil… Birçok değişik sesin konuşabileceği, dinlenebileceği bir ortam yaratmak lazım. Bu açıdan, ordudan AKP’ye geçiş birçok pozitiflikle geldi, ama aynı zamanda son zamanlarda başka özgürlüklerin kısıtlandığını görüyoruz bu da Türkiye’nin kurumlarının gelişmesi için iyi bir şey değil.”

Görüşlerine en çok atıfta bulunulan 20 ekonomist arasında sıralanan Daron Acemoğlu’nun Türkiye’ye ilişkin değerlendirmeleri ekonomik alanda yakalanan açık ve özgürlükçü sistemin siyaseten de tekrarlanması noktasına sık sık dönüş yapıyor. Çünkü “Why Nations Fail” kitabının yazarına göre siyasi özgürlük ve katılımın zenginliği ulusların da zenginliğini belirliyor.

Daron Acemoğlu’nun görüntülü ses dosyalarını Amerika’nın Sesi’nin haber sitesinden izleyebilirsiniz.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Türk Teknoloji Guru’larına New York Fırsatı

Posted March 19th, 2012 at 1:25 pm (UTC-5)
Leave a comment

Küreselleşme ile birlikte yeni teknoloji ve ürünlere erişim her zamankinden daha kolay hale gelince ülkelerin rekabet gücü arayışı da en hızlı ve en ucuz üretim sürecinden çok beyin gücüne odaklandı. Zira, önümüzdeki yıllarda ülkelerin kaderlerini belirleyecek unsur işgücünün çokluğu ya da azlığı değil, beyin gücünün varlığı ya da yokluğu olacak. Yani ne kadar çok yaratıcı olunursa, ne kadar çok ürün geliştirilirse ülkelerin rekabet şansı da o kadar artmış olacak.

Hangi ülke içinden birkaç Steve Jobs çıkarmayı ya da IPhone/IPad gibi çığır açacak yeni ürünleri icat edecek modern zaman mucitlerini istemez ki…

Bu yenilik arayışı Amerika’dan, Avrupa’ya, Asya’dan Afrika’ya her kıtaya salgın gibi yayılıyor. Yıllarca bilim ve teknolojiye öncülük eden Amerika, bu liderliğini korumak için yaratıcılığa sımsıkı sarılıyor. Kısa pantolonlarıyla sokaklarda haylazlık yapması beklenen 11-12 yaşlarındaki çocuklar, Beyaz Saray’a davet edilip, elleri ceplerinde, geliştirdikleri projeleri, fikir ve icatlarını büyük bir güvenle Başkan Obama’ya anlatıyor.

Başkan Yardımcısı Joe Biden da bu gençlerden feyz alarak teknoloji ve bilimde Amerika’nın liderlik konumuna hiç bir ülkenin erişemeyeceğini, hele hele hür düşünceyi yasaklayan Çin gibi baskıcı ülkelerin asla yaratıcı olamayacağını söylüyor.

Türkiye de rekabet gücünün artık yalnızca genç ve dinamik nüfus, ucuz işgücü ve coğrafi avantaja dayandırılamayacağının farkında. Bu yüzden de Türk üniversiteleri beyin göçü için bir cazibe merkezi olmayı umuyor, ülke dışındaki Türk akademisyenleri, araştırmacıları tersine beyin göçüyle Türkiye’ye yeniden çekmeyi umuyor.

Ama aynı zamanda Türkiye’deki mevcut beyin gücünü iyi değerlendirmek, yeni teknolojilere kaynak yaratmak da gerekiyor. Son zamanlarda Türkiye’de parası olanla-projesi olanı buluşturan, bir anlamda bu iki güç odağı arasında çöpçatanlık yapan süreç başladı ama belki daha fazlası gerekiyor… Mesela bu projelere küresel alanda da “doğru eşi” seçecek süreçler gerekiyor.

Aslında bu tür bir sürece gösterilecek örneklerden biri Amerika’nın Sesi’nden Barış Ornarlı’nın geçen haftaki haberinde yer alıyor.

Ornarlı’nın haberine göre, New York merkezli TürkTechNet (TTN) çiçeği burnunda Türk teknoloji şirketlerini Amerikalı yatırımcılarla buluşturmak üzere bir program başlatmış durumda.

New York Başkonsolosluğu’nun da desteklediği program çerçevesinde New York’a gelmeye hak kazanan Türk teknoloji guruları 21-24 Mayıs tarihleri arasında tam bir eğitim kampına alınacak. Kampta katılımcılara, ürünlerine finansman bulma yolları öğretilecek ardından da Amerikalı yatırımcılara geliştirdikleri ürün veya teknolojileri anlatma fırsatı verilecek. Bu sunumlar sonrasında ürünü beğenilen Türk teknoloji firmaları istedikleri sermayeye ulaşmış olacaklar. Üstelik bu tür bir fırsat için tek para ödemeleri de gerekmiyor. Yolculuk dahil bir haftalık tüm konaklama masrafları TürkTechNet tarafından karşılanıyor.

TürkTechNet’ın eğitim kampı için başvurular 30 Mart günü sona eriyor. Türkiye’de çiçeği burnunda teknoloji şirketi olanlar ve kendilerine bu konuda güvenenler için başvuru koşulları ile ilgili linki’ veriyor, bu tür fırsatların sayıca çok daha fazlalaşmasını diliyorum.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Bahis Sitelerinin Yeni Gözdesi: Dünya Bankası Başkanlığı

Posted March 2nd, 2012 at 12:47 pm (UTC-5)
Leave a comment

Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick’in Haziran’da görevden ayrılacağını açıklamasıyla birlikte, yeni ismin kim olacağı konusunda tüm dünya başkentlerinde, ekonomi çevrelerinde hararetli tartışmalar da start aldı.

Öyle ya geçen yıl yine bahar aylarında IMF Başkanı Strauss Kahn’ın tuhaf bir seks skandalı ile görevden ayrılacağı kesinlik kazanınca gelişmekte olan ülkeler kazan kaldırmış ve IMF ile Dünya Bankası’nda ABD-Avrupa egemenliğine artık son verilmesi gerektiğine işaret etmişlerdi. Ama gelişmekte olan ülkeler aynı aday etrafında birleşip de güçlü bir cephe oluşturamayınca IMF başkanlığı yine Avrupa’da, Fransız Christine Lagarde’da kaldı.

Bu kez de yine aynı konu gündemde: “Dünya Bankası’na ABD dışından bir aday seçilsin” diyenler yavaş yavaş bu dileklerini daha yüksek sesle söylemeye başladılar. Bu yüzden de geçen yılki IMF başkanlığı için adı geçen Kemal Derviş yine gündemde.

Yeni başkanın kim olacağı ile ilgili tartışmalardan para kazanmayı umanlar bile var. Amerika’nın Sesi muhabirlerinden Jim Randle, konuyla ilgili olarak yaptığı haberde Internet’teki bahis sitelerinin yeni başkan adayları konusunda bahis topladıklarını bildiriyor. Bu sitelerden biri de Paddy Power. İrlanda’da faaliyet gösteren internet bahis şirketinde ilk başlarda Başkan Barack Obama’nın eski ekonomi danışmanlarından Harvard profesörü Larry Summers adına bahse girenlerin sayısı yüksek görünüyordu. (Ofis Internet bağlantım bahis sitelerine girmeme izin vermediğinden son durumu bildiremiyorum…) Ancak Kemal Derviş adına 9/1 üzerinden bahse girenler var. Kaynak

Site geçen yıl IMF başkanlığı için de bahis başlatmış ve Christine Lagarde ismini doğru tahmin edenler daha Lagarde IMF’deki maaşını almadan onun üzerinden para kazanmanın yolunu bulmuştu.

Yeni Dünya Bankası başkanının kim olacağı üzerindeki spekülasyonlar büyük ilgi topladığından Internet üzerinden kamuoyu yoklamaları yapan siteler de var. Örneğin 2005 yılından bu yana faaliyet gösteren “World Bank President” adlı sitedeki son kamuoyu yoklamasına göre Kemal Derviş, Sri Mulyani Indirawati’nin hemen arkasında ikinci sırada geliyor. Halen Dünya Bankası’nda üst düzeyde görevli olan Endonezyalı ekonomist Indirawati, 13 bin oy almış, Derviş ise 1140 oy toplamış.

Başkanlık için adı geçen adaylardan birisi de Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ancak Clinton’ın istekli olduğu sanılmıyor. Amerika Maliye Bakanı Timothy Geithner da adı geçenler arasında.

Dünya Bankası 23 Mart tarihine kadar adaylık başvurularını kabul edecek. Banka adayların diplomatik ve liderlik yeteneklerinin güçlü olmasını istiyor, uluslararası bir kuruluşu idare edecek tecrübeye sahip olmasını bekliyor.

Ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni mali düzeni kuran ve IMF gibi kuruluşların temelini atan Bretton Woods’da varılan centilmenlik anlaşması hala geçerliliğini koruyacaksa Dünya Bankası’na seçilecek yeni ismin vasıfları arasında “Amerikalı” olmak hala en geçer akçe gibi görünüyor.

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

Melek Çağlar

Melek, meslek yaşamına yazılı basında başladı. Haftalık Barometre gazetesinde muhabir ve Management-Marketing sayfa editörü olarak çalıştıktan sonra 1990’lı yılların başında aynı gazetenin Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı.

Meslek yaşamına kısa bir ara verip İngiliz Kraliyet bursuyla City University London’da gazetecilik eğitimi aldı. 1994 yılında Amerika’ya yerleşmeden önce Hürriyet gazetesinde çalıştı. Meslek yaşamına halen Internet, radyo ve televizyon yayıncılığı yapan Amerika’nın Sesi’nde devam ediyor.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu olan Melek, yüksek lisans derecesini 2002 yılında tamamladığı George Washington Üniversitesi MBA programından aldı.

YENİ EKONOMİ HAKKINDA

Washington'da alınan siyasi kararları, New York'ta piyasalara yön veren hareketleri ve 50 eyalette sıradan insanların yaşadığı ekonomik gerçekleri ‘Yeni Ekonomi’ farklı bir bakış açısıyla okuyucularına sunuyor.

Yeni girişim ve girişimciler, hız kazanan trend'ler, uzman değerlendirmeleri, araştırmalar, sayısal veriler, kısacası Amerikan ekonomisinin performansına dair tüm sağlıklı bilgiler ‘Yeni Ekonomi’de.

‘Yeni Ekonomi’, ilgi duyanların takip etmekten sıkılmayacağı yeni ekonomik normların ‘yol haritasını’ çıkarıyor.

Yahoo! Ekonomi

Archives