2 mi 3 mü?

Posted April 25th, 2011 at 10:57 am (UTC-5)
30 comments

 Bu yazıyı “hem okurum hem dinlerim” diyenler aşağıdaki medya oynatıcıya tıklayarak hikayeyi “şahsımdan” dinleyebilirler 🙂

Motoru en güzel arabaya değişmem! Gerçekten! Bunu otomotiv sektörünün ürettiği o kaslı, cesur, yakışıklı mı yakışıklı arabalarla motorları karşılaştırmak için söylemiyorum. Oturup da bu ikisini karşılaştırmak “komik” olur. Bunu “yürekten” söylüyorum.

İşte bahsi geçen Spyder. Önden bir jet ski'yi andırıyor değil mi?

Motora oturunca doğa ikinci bir ten gibi oluyor insana. Etrafta olup biteni bir camla, kapıyla vs ile sınırlanmadan görebiliyor; şeridin istediğin yanını seçebiliyor; rüzgarla (hele de tatlı tatlı esiyorsa) arkadaş olabiliyorsun. Virajlara tatlı tatlı yaratak girmenin tadını alıyorsun. Var mı benzeri?

İki teker üzerindeki özgürlüğün bu “düşman çatlatan” güzelliği şirketleri de değişik ürünlere yöneltebiliyor. Washington ve civarında son zamanlarda giderek sayılarının arttığını gözlemlediğim 3 tekerli, “tam donanımlı” araçlar da bu ürünlerden işte.

Değişik markaların az çok birbirini andıran 3 tekerlileri var. Ama geçen gün yakından inceleme fırsatı bulduğum bir tanesini; Can-Am Spyder Roadster’ı anlatacağım bugün 🙂

Bu Spyder’lar birkaç yıldır Amerikan pazarındaki varlıklarını güçlendiriyor. Spyder’ı kullananlar “Motosikletler gibi rüzgar temasına imkan tanıyan ama bir yandan da dört tekerli bir aracın dengesine sahip” diye niteliyorlar aracı.

Aslında ne bir motor demek mümkün bu araçlara ne de lüks donanımlarına rağmen “üstü açılabilen” spor araba… Her

3'ncü tekeri görmeseniz tam da kaslı bir motor gibi kendileri 🙂

 ikisinden de bir parça belki de 🙂

Virginia’daki bir motosiklet mağazasında sağını solunu iyice kurcaladığım Spyder’ı Kanada merkezli Bombardier Recreational Products (BRP) üretiyormuş. “Bu markayı bir yerden çıkarıcam ama…” derken mağazadaki görevli tamamlıyor kafamdaki yarım cümleyi: “Kar motoru olarak bilinen Ski-Doo’ları ve Sea-Doo jet skileri üreten firmanın ta kendisi” diyor bana.

Hmmm… Peki ama niye iki teker piyasasına girmemişler de böyle bir araç üretmişler? Kimilerine göre şirketin bu kararı almasının altında iki teker piyasasında “çığır açacak” bir şey üretmenin zor olması düşüncesi yatıyormuş.

Aslında otomobillerden alışkın olduğumuz “spyder” ve “roadster” kelimelerinin kullanılmış olması da belki bu görüşü destekliyor. Amerika’da California ve Delaware gibi eyaletler bu araçları kullanacak olanların “motosiklet ehliyeti almasını” zorunlu kılmıyor! Hatta bazı ülkelerde bu araçlar “araba sınıfında” kayıtlara geçiyor.

Arka koltuğu da tam keyiflik 🙂

Motosikletin sağladığı “açık havada seyahat” duygusunu yaşamak isteyen ama iki teker üstünde durmaktan korkanlar için fena bir seçenek değil aslında. Üstünde bir arabayı andıran her türlü lüks de mevcut. 106 beygir gücündeki Spyder Roadster’ın tıpkı bir araba gibi ayakla basılan freni var. Aktarma organlarını da Aprilia RSV ile paylaşıyormuş üstelik. Geri vitesten kuvvetli bir müzik sistemine, can alıcı göstergelere kadar her şeyiyle eğlenceli bir oyuncak gibi aslında…

Yine klişe bir laf olacak ama: “Zevkler ve renkler tartışılmaz”.  Amerikan pazarına ilk girdiği yıl tüm eyaletlerde satılmamasına rağmen 2000 adet satmış bu araçlar. Ama son günlerde motosiklet parkında iki motorluk park yeri kapladığı için hafiften bir öfkeyle baktığım Spyder sayısı artınca anladım ki bir kitleyi yakalamayı başarmışlar 🙂

Ben iki teker üstündeki riski, adrenalini ve keyfi hiçbir şeye değişmem. Ama hazırlıklı olmalıyız. Motosikletlerin rüzgarla dansına gıptayla bakanlar da artık arabaların kısıtlamalarından kurtulacak ve açık hava tadını bu araçlarla çıkaracak gibi geliyor bana.

Park yerlerinde daha çok yer kapladıkları kesin 🙂

Benim için motosiklet mağazalarında geçridiğim her an “Harikalar Diyarı”na bir gezi gibi. Motosikletlerin hangisini hayal edeceğime, hangisine dokunmak hangisine oturmak isteyeceğime karar vermekle geçirdiğim saatler oluyor bu geziler bana. İşte son “hayal duraklarımdan” birinde gördüklerim bana bunları düşündürdü. Tek düşündürdükleri bunlar değil elbet 🙂  

Ama bu yazı burada biter. Biterken de (elbette) sizden bir şey talep eder:

Sizin için iki teker ne demek? Özgürlük? Hız? Tutku? Kaçamak? Belki de heyecan?

Ya da D şıkkı, yani yukarıdakilerin hepsi 🙂

Comment/Yorum butonu motor aşkınızı dünya aleme anlatmanızı bekliyor 🙂

Motor Üstünde Yakın Dövüş :)

Posted April 19th, 2011 at 11:12 am (UTC-5)
12 comments

Bu yazıyı “hem okurum hem dinlerim” diyenler aşağıdaki medya oynatıcıya tıklayarak hikayeyi “şahsımdan” dinleyebilirler 🙂

Bir laf vardır ya “görünüşe aldanma” diye. Hayatta birçok şey için geçerli bu aslında. Mesela sincapları düşünün… “Nerden çıktı şimdi sincaplar” demeyin. Az sonra konuyu oraya bağlayacağım, biraz sabredin 🙂

Benim bir sincapla en yakın temasım bir piknik sırasında olmuştu. Fena poz vermemiş değil mi?:)

Bir motosikletlinin önüne herşey çıkabilir. Bir önceki yazıda “dört ayaklı” bir tehlikeden (Bazı okurlar iki ayaklı olanların da altını çizmişti o yüzden vurguluyorum. Mesaj kaygısı yok yani 🙂 ) bahsetmiştim mesela. Bir yavru ayıyla olan kısa karşılaşmamdan. Tamam her gün karşımıza bir yavru ayı çıkmaz. Ama tehlike değişik şekilllerde çıkabilir önümüze. Bazen çok da masum birşey görünümünde de olabilir. Mesela şirin mi şirin bir sincap şeklinde 🙂

Bazen motorcular “önlerine çıkan ve atlatmayı başardıkları” şeylerle övünürler ya. Öyle “böbürlene böbürlene” karşıma çıkan yavru ayıyı anlattığım günlerden birinde dinlediğim bir hikaye sayesinde deyim yerindeyse “bir yaşıma daha girmiştim”. İsterim ki siz de eksik kalmayın; bu hikayeyi aynen bana anlatıldığı şekilde dinleyin ve şaşkınlığıma ortak olun 🙂

Şimdi kafanızda Amerika’da bir kasaba yolu canlandırın önce… (İçinizden

 “Nereden bileyim Amerika’da kasaba yolu nasıl olur” diyenler olduğuna eminim. Size söyleyebileceğim tek şey: Şöyle genelde sağı solu doğa manzaralı, muhtemelen asfalt ve hız sınırının çok düşük olduğu keyifli bir yol canlandırın işte zihninizde 🙂 )

Teksas ile Dallas arası seyahat ederken “iki dakika bir kasaba yoluna gireyim de yoğun trafiğin yorgunluğunu atayım üstümden” diyen  bir motosikletçi canlandırın kafanızda şimdi de… Hah işte tam öyle 🙂 Hikaye işte tam da burada başlıyor. Kaskının camını şöyle bir kaldırıp taşra havasını içine çekmeye başlayan motosikletli pek bir keyifli yol alıyor… Ama o da ne? Karşıdan gelen bir araba tam kahramanımızın yanından geçerken onun arkasından da birşey yola fırlıyor. Sevimli mi sevimli bir sincap.

Tabii iki teker üstünde yol alırken önünüze bir sincap fırlayınca sevimliliğini düşünemiyorsunuz haliyle. Amerikalı motosikletli her dünya vatandaşının yapacağı şeyi düşünüyor saniyeler içinde tabii; yani fren yapmayı! Ama fren yapacak mesafe kalmadığını da o saniyede fark ediyor. İşte o anda olan oluyor. Teksas güneşinde pırıl pırıl parlayan siyah cruiser motosikletiyle (kendi tanımlaması, ben onun yalancısıyım 🙂 ) sincap arasında birkaç santim kala olmayacak şey oluyor ve sincap motosikletçinin üzerine sıçrıyor.

Kahramanımızın “Neyse ki ezmedim” düşüncesiyle yaşadığı sevinç de sadece saniyeler sürüyor tabii. Sincap “tısss”layarak (Ya da hırlayarak veyahut da gırlayarak) üstünde kısa kollu tişörtü ve yazlık eldivenleri ile motorunu kullanan kahramanımızı ısırmaya başlıyor. Can havliyle sol elini uzatıp sincabın kuyruğunu kavrıyor ama nafile. Bir türlü üstünden çekip atamıyor kızgın sincabı. Bunu anlatırkenki benzetmesi çok komikti söylemem lazım “Resmen ölüm timi gibi sincaptı” diyor kendisi 🙂

Mücadele sürerken sol elini bir türlü sincaptan kurtaramayan kahramanımız şaşkınlığın etkisiyle olsa gerek sağ eliyle de açıyor da açıyor gazı. Motor yolda bir sağ bir sol yalpalarken artık yediği ısırıklardan çığlık da atmaya başlıyor. Düşünün şimdi: Bir cruiser’ın üstünde deri pantolonu ve deri yazlık eldivenleriyle bir sürücü; üstünde hırlayarak onu ısıran bir sincap ve giderek hızlanan bir motosiklet!

Yakın dövüş ustası sincabın maharetleri kahramanımızın üstünü başını yırtıp onu ısırmakla kalmış sanıyorsanız

yanılıyorsunuz. Şaşkın ve bezgin motosikletli canını kurtarmaya çalışırken sincap bu kez açık vizörden kahramanımızın kapalı kaskının içine giriyor. Şimdi düşünün: Artık iyice hızlanmış şık bir Valkyrie cruiser, üstünde üstü başı yırtık bir sürücü, kolları kan revan, üstelik dayanamayıp çığlıklar atmaya da başlamış ve kaskının hemen yanından sarkan bir sincap kuyruğu… Benim diyen yönetmen çekse “Hadi canım” deriz değil mi? 🙂

Benim burada birkaç paragrafta gözünüzde canlandırmaya çalıştığım şey aslında çok kısa bir sürede gerçekleşiyor

tabii. Ve bu kısa sürenin sonuna doğru kahramanımız bu kez ısırılmış parmaklarıyla sincabı kaskının içinden sökmeyi ve kenardaki çimlerin üstüne göndermeyi başarıyor.

Bu olaydan çıkardığı dersi de şöyle özetliyor: Merak etmeyin sincaplar kendilerini korumayı iyi biliyor. Hem de çok iyi!

Bu hikaye nereden mi geldi aklıma? Geçen gün Youtube’da eski bir reklamı gördüm de ordan. Amerika’da televizyonlarda uzun süre yayınlanan iki reklamın videolarını Youtube’dan aldım.  İlki bir araba sigortası şirketinin ikincisi ise tanıdık bildik bir lastik üreticisinin… İki reklam da çok komik ve ikisi de arabaymış motormuş dinlemeden doğanın bize hazırlayabileceği sürprizleri güldürerek hatırlatıyor. (Dikkat, yazı videolardan sonra da devam ediyor 🙂 )

Kıssadan Hisse

Demek ki neymiş?

1. Yollar binbir tehlikeyle doluymuş, hep uyanık olmak lazımmış.

2. Uzmanların dediği gibi: Motosikletçiler birçok spor dalında olduğundan daha hızlı karar alan ve daha çok şartı süratle değerlendirerek harekete geçmesi gereken “özel bir grup insan”mış. Bu gerçek bir yana; bu “özelliğimizin” farkında olup bir yandan da yakın dövüş taktikleri geliştirmemiz de de sakınca olmazmış hani 🙂

Bir sonraki yazıya kadar sizden şöyle aklınızın kenarına köşesine saklanmış yol hikayelerinizi istesem çok şey mi istemiş olurum yani? Olmam, olmam 🙂

Hemen aşağıdaki Comment/Yorum butonu katkılarınızı bekliyor 🙂

Gezin, fotoğraflayın, paylaşın :)

Posted April 15th, 2011 at 12:14 pm (UTC-5)
6 comments

 

Her gün birbirinden keyifli gezilerinin resimlerini, arkadaşlarınızla çektirdiğiniz anı karelerini yolluyorsunuz. Elimden geldiğince yanıtlamaya çalışıyorum e-posta’larınızı. Yanıtlayamadıklarım da merak etmesinler, hepsi yerini alacak bu sayfalarda.

Resim göndermek için adresimi biliyorsunuz. Hala bilmiyorsanız da şu anda bir yere not etmemeniz için hiçbir neden yok 🙂

motosikletlikiz@gmail.com

İlk resim Türkiye’den… Sadullah, Denizli’deki Saklıgöl gezisinden bir resim göndermiş. Geziyi arkadaşlarıyla yapmış…

Sıradaki, blogun sadık okuyucularından Sercan’a ait. Yorumları okuyanlar Sercan’ın motosiklet aşkının boyutunu bilecekler. Hayalini kurduğu motosiklete “çok tatlı” dizeler yazabilen bir motosiklet tutkunu Sercan. 

Şimdilik fotoğrafı bir arkadaşının motosikletiyle. Blogun ilerleyen günlerinde kendi motoruyla resmini göreceğimize de eminim ama 🙂

Son olarak da “kışa veda” temalı fotoğraflar var. Yukarıdan aşağıya (ve soldan sağa) sırasıyla :

Teksas’ta “Yaz-kış motora biniyorum” diyen Bruce’un gönderdiği resim; Washington Eyaleti’nden (daha önce bir başka resmine yer verdiğim) Chris’in sevgili motoru; son olarak da Türkiye’den Kahraman’ın gönderdiği “kışa veda” fotoğrafı 🙂

 

Haftasonu “güzeeeeeeel güzeeeeeel” gezmeniz ve fotoğraflarınızı, yol anılarınızı buradan paylaşmanız umuduyla 😉

Bunu da mı Görecektim? :)

Posted April 12th, 2011 at 11:21 am (UTC-5)
17 comments

Tamam. Artık hepiniz biliyorsunuz. Bu yazıyı hemen alttaki medya oynatıcıya tıklayarak “benden” dinleyebilirsiniz 🙂 (Üşengeçlere hediyem 🙂 )

Bir önceki yazımda tatsız anılarınızı sorgulamış, kazalarınızı (varsa tabii) hatırlatmış, kısacası pek bir can sıkmıştım hani. Şu meşhur “macera dolu” motosiklet kursumun tam son aşamasına, yani “yol süsü verilmiş” eğitim sahasında salınmalarıma gelmişti ki konu, yorumlarınız bir hınzırlık düşürdü içime.

“Bir gün paylaşırım elbet” kutusunda beklettiğim “çok özel” bir anım (üstelik de planladığımdan çok daha önce) bloğumun sayfalarında yer almayı hak etti. Ne mi bu anıyı bu kadar özel kılan? Anıyı özel kılan, neredeyse her motosikletli gibi benim de bir gün ön tekerimin karşısına bir engel çıkmış olması. Ama ne engel! Öyle bir taş parçası, belediyenin görmezden geldiği bir çukur ya da bir tarla faresi değil. Bildiğiniz, özbeöz ayı! Ya da pek bir bilimsel adıyla “Ursus Americanus”. Ya da bir başka deyişle: Amerikan kara ayısı…

İşte uzaktan sevimli yakından tehlikeli Ursus Americanus 🙂 (Photos.com)

“Nerede, nasıl, niye, niçin, peki ama neden?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Sormadıysanız da ben başladım artık bir kere, anlatmadan duramam 🙂

Olay, yaşadığım eyalete çok yakın mesafedeki bir Amerikan ulusal parkında gerçekleşti. Virginia Eyaleti’nde Blue Ridge Dağları üzerinde uzanan Shenandoah Ulusal Parkı’nda… Parkın içinden muhteşem güzellikteki “Skyline” yolu geçiyor. Çok düşük bir hızla seyredebildiğiniz yolda kafanızı ne yana çevirseniz bir başka manzara. Hem de tam 170 kilometre boyunca! Düşünebiliyor musunuz? 170 kilometre uzanan manzaralı bir yol! (Bu park başka yazılarda da yer bulmayı hak edecek kadar güzel ve macera dolu. Sabredin, hepsini anlatacağım 🙂 )

Tepeden Shenandoah Vadisi’ne bakan yolda hem hız sınırı hem de tatlı tatlı virajlar olunca 2 saatte ortasına bile gelemeden dağ havasından sarhoşa

Birkaç kapısı olan parkın bir girişi de bu...

dönüyorsunuz. İşte böyle bir güzellikte, gözümü kuştan böcekten alamadığım bir motor gezisinde bir anda “olmayacak” denen şey oldu. Tatlı bir virajı şöyle hafifçe sağa yatarak aldıktan hemen sonra burnumun dibinde bir karaltı belirdi. Ben tam “Bu ne?”, “Yoksa O mu?”, “Bu gerçek olabilir mi?” gibi ardıl soruları beynimde işlemlemeye çalışırken topaç gibi bir Ursus Americanus, yani kısaca ayı (ama bir yavru ayı), yolun ortasına yürüyüverdi.

Shenandoah'da motor tepesinden bir resim...

Tamam yavaş gidiyordum da o şokun etkisiyle öyle tecrübe, teori falan hiçbir şey kalmadı tabii. Freni kökledim! Muhteşem güzellikteki kara ayının pırıl pırıl gözleriyle karşılaştı gözlerim. Motordan düşer miyim, yoksa ucundan kırar mıyım şeytanın bacağını derken ben sağ ayak bileğime dayanarak sert bir duruş yaptım, yavru ayı da muhtemelen benim canhıraş frenimden değil ama bu telaşın içinde az sonra onu bağrıma basacak gibi cevval bakışlarımdan ürkerek bir anda yolun karşısına atıverdi kendisini. Böyle bir kaza “arefesi” ve “anında” bile yavru ayıyı “seviciğim seni, öpüciğim” (Böyle konuşan bir çizgi film kahramanı kız vardı, hatırlayacaksınız) bakışlarımla rahatsız etmiş olmam kara bir anı olarak yazıldı tabii defterime 🙂

Böyle sevimli görünmesi kandırmasın sizi 🙂 (Photos.com)

Sonra ne mi oldu? Ben o heyecanla, söz konusu olanın vahşi bir hayvan olduğunu unutarak her zaman motorun ön gözünde tuttuğum fotoğraf makinemi bulup, acıyan bileğimin üstünde sekerek yolun karşısına geçtiğimde yavru ayı çoktan sırra kadem basmıştı. Birkaç saniyelik “Tüh be!” evresinden sonra ayağımdaki acıyı daha net hissetmeye başlamam fazla uzun sürmedi. Birkaç saniye daha geçince parka girerken verdikleri bilgi kitapçıklarında yazan bir cümle aklıma geldi: “Parkın ev sahipliği yaptığı kara ayıları gördüğünüzde sakin olun, ayıyla gözgöze gelmemeye çalışın. Sakince uzaklaşırken mümkünse arkanızı dönmeyin”. Yani kısaca “Vahşidir, sırnaşmayın” demişler işte 🙂

Kıssadan Hisse

Demek ki neymiş?

1. “Bugüne kadar önüme neler çıkmadı ki hepsini atlattım” demeyecekmişiz zira hayatın önümüze neler çıkaracağını bilemezmişiz.

2. Vahşi bir ayı görünce (üstelik de bu ayı yüzünden yere yapışmanın eşiğinden henüz dönmüşken) peşinden koşup resim çekmeye çalışmadan önce bir silkinip aklımızı başımıza alacakmışız.

3. İki teker üstünde hayatın şakası olmazmış, her an tetikte olacakmışız 🙂

Çok ilginizi çekecek öyküler dinledim. Ben Ursus Americanus’un ilginç olduğunu düşünürken Amerikalı motorcuların anlattığı hikâyelerle bir yaşıma daha girdim.

Bu yazının sonunda sizi rahat bırakıyorum. “Daha iyi bir anınız var mı?” demeyeceğim. Bilirim ne kirli çıkısınız siz, kimbilir ne hikayeler var sizde 🙂

Size bırakacağım. İster benim anımı paylaşın, ister fikirlerinizi, ister anılarınızı. Ama unutmayın, hemen aşağıdaki Comment/Yorum butonu ilginizi bekliyor 🙂

Üşengeçlere Sesli Yazılar :)

Posted April 7th, 2011 at 11:47 am (UTC-5)
15 comments

Bu sayfadaki yazıların tamamı, tarafımdan seslendirilmiş halleriyle burada! Sıralama en eskiden en yeniye doğru gidiyor…

Kimimiz okumayı, kimimiz yazmayı, kimimiz de dinlemeyi severiz. Dinlemeyi sevenler tıklayın, dinleyin 😉 Sayfa geç yükleniyor ama sabrederseniz güzel bir eğlence sizi bekliyor 😉

“Biraz merhamet edin efendim!”

Amerika’da Sabır Testi

 

3 Saniye Hayat Kurtarabilir!

Bir İmzanızı Alabilir miyiz?

Bunu da mı Görecektim?



Motor Üstünde Yakın Dövüş 🙂

2 mi 3 mü?

Maceranın Hası: Bir Günde 640 Kilometre! (1)

Maceranın Hası: Bir Günde 640 Kilometre! (2)

Maceranın Hası: Bir Günde 640 Kilometre (Son Bölüm)

“Bir Kask Bir Hayat, Bir Hayat Herşey Demek”

Tek Teker İmam Tarık Balkı’yla Söyleşi

Amerika’da Hayatta Kalma İpuçları (Sigorta)

Sen Beni Anlarsın… (Müzisyen Ogün Bülent Görgün’le Söyleşi)

Yok Böyle Bir Ceza!

Trafikte Uzay Çağı!

Kış Uykusu

Biri Bizi Gözetliyor!

Beni Hiç Böyle Görmediniz!

Başıma Gelen En İyi Şey!

Washington’daki Heyecanı Ayağınıza Getirdim

Tek Teker Sanatı

300 Kilo Yerden Nasıl Kaldırılır?

Kovboy Şapkalı Hoca Der ki…

Motorda Dertleri Unutmak

Okuyucuların Fotoğraf Bombardımanı Sürüyor :)

Posted April 6th, 2011 at 11:48 pm (UTC-5)
7 comments

 

Kelimenin tam anlamıyla bloga fotoğraf yağıyor!

Paylaşımcı ruhunuzu, hak ettiği şekilde tebrik ediyorum 🙂 Lafı uzatmadan sizi “ayrı dünyalara, uzak diyarlara” gitmeye teşvik etmesi dileğiyle fotoğraflara geçiyorum.

İlk fotoğraf Türkiye’den… Okuyucum Barış fotoğrafı 2009’da yaptığı Yunanistan-Makedonya gezisinde çekmiş. Arkadaki dağ da meşhur Olimpos’muş…

Sırada yine Türkiye var. Samet’in gezilerinde çektiği resimlerden bir demet aşağıda:

Daha bitmedi!

Amerika’da kamp alanları çok yoğun. Her eyaletteki ulusal parklar, okyanus kenarındaki kamp alanları vs derken motoru yükleyip gidebileceğiniz ve hem motor hem kamp zevkini tadabileceğiniz öyle çok yer var ki.

Kamping resimlerini bizimle paylaşma inceliğini gösteren Amerikalı motorcu Faye, aşağıdaki ilk resmi Florida’daki bir plajın kamp alanında çekmiş.

İkinci resim ise Burgman 650’si ile “Goldwing”lere kafa tuttuğu bir geziden 🙂

Öyle güzel resimler var ki… Seçmekte zorlanıyorum. Ama siz göndermekten bıkmayın. Adresim: motosikletlikiz@gmail.com

Bir İmzanızı Alabilir miyiz?

Posted April 4th, 2011 at 12:55 pm (UTC-5)
29 comments

(ÖNEMLİ NOT: “Bu yazıyı hem okuyacağım hem de bir yandan dinleyeceğim.” Ya da “Tembellik edip sırf dinleyeceğim” diyenler aşağıdaki medya oynatıcıya bir “tık”lasalar yeter 🙂 )

 

 

Nerde kalmıştık? Hah… Tamam… Benim istemeye istemeye gittiğim ehliyet kursunda nasıl bir silkinip kendime geldiğimde… 🙂

Dedim ya evrende yeni bir gezegen falan keşfediyor değillerdi kursta. Kitap da öyle sıradan bir kitaptı işte. Ama bir derin düşünce hali aldı beni. Motosiklet üzerinde tedbirli olmanın gereğinden o kadar çok bahsettiler ve o kadar çok üstü kapalı “aman ha” dediler ki kurs eğitmenleri; durduk yerde başıma bir de “motorun şakası olmaz” fikrini sarıverdiler iyi mi? 🙂

Şakası bir yana (Yani gerçekten şakası olmaz ciddi olalım iki dakika 🙂 ) en çok aklımda kalan cümle “The only eyes you can count on are yours” cümlesiydi herhalde… Cümleyi pekala “Tek güvenebileceğiniz gözler kendi gözlerinizdir” diye çevirebiliriz. Öyle basit bir cümle değil. Cümleyi duyunca vücudunuzu bir anda titremeler sarmadı, hayatınız gözünüzün önünden bol aksiyonlu bir kurguyla akmadı diye küçümsemeyin hemen 🙂

Anlatmaya çalıştıkları, “Siz etraftaki bir arabayı, yayayı, çukuru, engeli, motosikletliyi ya da ne bileyim önünüze çıkabilecek herhangi bir şeyi görebiliyorsunuz diye bu, onların da sizi gördüğü anlamına gelmez” gerçeği. Baştan sona, izlettikler videolarda, yorumlattıkları “ya sana da olursa” senaryolarında aslında bunu vurguluyorlardı. Yani motosikletlinin “görünür” olmasının önemini ve maalesef çoğu zaman “görülemediğini”…

Ne çok arkadaşımı bilirim “Adam tam yanından geçerken kırıverdi üstüme” diye dert yanan. Alçılarını imzaladığımız, bir acı anı gibi algıladığımız ama bir de zaman zaman kaybettiğimiz… Kimbilir ne çoğunuz benzer bir sebepten kurban verdiniz can dostlarınızı?

Bunun için, eminim aranızda neredeyse herkesin bildiği ama zaman zaman alışkanlıktan bazen ihmalkarlıktan bazen de -kabul edelim- yüksek ego durumlarından uygulamadığı bir küçük ayrıntıya dikkati çekiyorlar. Seyir halindeyken önünüzdeki aracın sürücüsünün sizi görebilmesi için mümkünse şeridin orta kısmında kalmanızı öneriyorlar. Zira böyle yaptığınızda dikiz aynasından görülme olasılığınız ve öndeki sürücü katıksız bir kabalık içinde değilse frenlerini ya da ne bileyim yapabileceği diğer anormallikleri sizi dikkate alarak gerçekleştirmesi olasılığı da artırmış oluyor. Şeridin solu ya da sağında seyretmenin de avantajları olsa da yan aynalarını kullanmayan milyon tane sürücü olduğunu da hepimiz biliyoruz, değil mi ama?

Sevgili motorum Midilli Adası'nda dinlenirken 😉

Kurallar bitmez trafikte dertler tükenmez ama ben bütün kitabı anlatacak değilim tabii burada. Bazı beni kendime getiren ve dünya görüşümü değiştiren (abarttım tabii burada ama dikkatinizi çekmem gerekiyordu, aldırmayın bana 🙂 ) noktaları sizle de paylaşmak istedim.

Başka yazılarda yer yer değişik noktalara değineceğimizden ve sizi zorla bu “trafikte görünürlük” konusunda düşünmeye, ona göre hareket etmeye ve bunu bir virüs gibi etrafınızdakilere yaymaya teşvik edeceğimden emin olabilirsiniz 🙂

Kursun teorik kısmının bu insanlık için mühim noktalarının dışında tabii bir de şahsım için önemli ve bir o kadar ego dostu anları da olmadı değil hani 🙂

Mesela kurs boyu “en uzun motor üstünde kalma süreniz” nedir sorusuna hep en “uzun” yanıtı ben verdim 🙂 E tabii yanımdakilerin yüzde 98’i motoru bu kursta öğrenecek ve belki de motora ilk kez binecek insanlar olduğu için benim gibi bir acar Türk motosikletçisinin bariz avantajı tavana çarptırıyordu okşanan egomu 🙂

Geceleri bir mücevher gibi pırıldayan Santorini/Fira...

 Sadece Yunanistan’da yaptığım kilometreyi bile söylediğimde “Wow” sesleri sınıfı dolduruyor ben giderek “Tekim ben, birtaneyim birtane” havasına girip girip, sonra çıkıyordum (Gerçekçi olalım oradaki havamın tek sebebi kaç yıllık sürücü olmama rağmen bana ehliyeti binbir zorlukla veren Amerikan sisteminin beni soktuğu zavallı durumun trajikomik sonucuydu aslında 🙂 )

Kurs bitip de herkes yemeğe, otele vs dağılırken yanıma gelip “Avrupa’da nerelere gittin. Hangi motorla gittin?” sorularıyla ilgi ve meraklarını göstermeye çalışan Amerikalı kursdaşlarımı neredeyse “imza istemeye gelen hayranlarım” olarak görmeye başlamış, beynimi bir hayli bulandırmış ama bir o kadar da keyif almıştım hani 🙂

Kendi objektifimden Santorini'de gün batımı...

Kıssadan Hisse

Demek ki neymiş?

1. Bir gün bir başka memlekette böyle zorla kursa gitmeniz gerekirse eski tecrübelerinizle hayran kitlesi kazanıp olayın acı yanını görmezden gelmek olmazsa olmazmış 🙂

2. Trafikte “Öndeki şöför beni görmüş olsa gerek” deyip yakın markajda hareketler yapmak bünyeye, kalbe, beyne, yani tüm bedene zarar  olabilirmiş!!!

Bugünkü yazının sonu burada gelir… Ama sorular bitmez (kaçabileceğinizi sanmıştınız değil mi? 🙂 )

En son ne zaman kör noktasında kaldığınız bir sürücü tarafından yolun bir başka yanına ya da -acı ama- yere sürüklendiniz? Ve bu tecrübeden neler öğrendiniz?

Hemen sağ alt köşedeki Comment/Yorum butonu acı ama gerçek anılarınızı bekliyor! 🙂

Yollar Gezmekle Tükenmez…

Posted April 1st, 2011 at 12:15 pm (UTC-5)
2 comments

 

Motosikletliler gezmeyi çok sever. Zaten değişik yolların kokusunu duymadıkça ciğerlerde ne anlamı var değil mi ama?

Gönderdiğiniz resimlerden bir demet sunuyorum 🙂

(Resim göndermek için adresim: motosikletlikiz@gmail.com)

Bugün birden fazla resim var. İlk önce Amerika’nın kuzey doğusundaki Boston kentinden Jim’le başlıyoruz…

Jim, Amerika’nın güneydoğusunu Burgman 650’siyle turlama fırsatı bulmuş şanslı motosikletçilerden. Aşağıdaki resimler benim gibi Amerika’nın doğu kıyılarında oturan motosikletçilerin favori rotalarından Blue Ridge Parkway’e ait.

Jim, resimleri muhteşem manzaralı yolun Kuzey Carolina eyaleti sınırlarındaki bölümünde çekmiş.

 Aşağıdaki resim de California eyaletinin kuzeyindeki Sierra Nevada Dağları’nda turlamış şanslı bir motosikletçiden. Silverwing’inin kokpitini bu manzarayla resmetmek istemiş 🙂

Son olarak Türkiye’deyiz sevgili okuyucular 🙂 Emin’in gönderdiği resimlerin ilki Isparta’dan. Sütçüler Yolu’nda çekilmiş…

İkincisi ise Manavgat Oymapınar barajına yapılan bir geziden.

İşte Sevgi Budur :)

Posted March 30th, 2011 at 12:42 pm (UTC-5)
9 comments

 

Resmi gönderen Georgia eyaletinden Steve.

Steve, “kendi ellerimle hayata döndürdüm” dediği motorunun resimlerini paylaşmak istediğini söyleyince bana da bu heyecana aracı olmak düştü.

Steve bu Honda motoru kira parasını karşılamak için eşyalarını satan birisinden almış. Almasaymış motosiklet, hurdacıya satılıp motosiklet cennetindeki yerini alacakmış 🙁

Steve, motosikleti yeniden hayata döndürürken işlerin yüzde 90’ını kendi yapmış. Motosikleti bu hale getirmek için ebay’den ısmarladığı bazı parçaları beklediği süre dışında 14 gün harcamış…

Sonuç çok güzel değil mi?

NOT: Sizin de böyle hikayeleriniz var mı? Hikayelerinizi paylaşmak istiyorsanız e-posta adresim: motosikletlikiz@gmail.com

(Öncesi)

Steve motosikleti hurdacıya gitmekten kurtardığında bu haldeymiş.

(Sonrası)

İşte bu da bütün işler bittikten sonraki gurur pozu 🙂

3 Saniye Hayat Kurtarabilir!

Posted March 28th, 2011 at 3:33 pm (UTC-5)
26 comments

 
(ÖNEMLİ NOT: >”Bu yazıyı hem okuyacağım hem de bir yandan dinleyeceğim.” Ya da “Tembellik edip sırf dinleyeceğim” diyenler aşağıdaki medya oynatıcıya bir “tık”lasalar yeter 🙂 )

Önceki yazılarımla motosiklet tutkunlarının içine yeterince nifak tohumu soktum diye düşünüyorum 🙂 Amerika’daki ehliyet alma çilesine dair anılarımı paylaşmamla birlikte “Kurs almak gerekli midir? Gerekliyse ne kadar karar ne kadarı bünyeye zarardır?” sorularına yanıt arar hale geldik.

Ben nihayetinde yer bulabildiğim motor kursuna giderken aslında bunların hiçbirini düşünmüyordum, itiraf edeyim. Öfkeliydim sadece… Dedim ya, onca yıllık motor tecrübesi, üzerinde kapı gibi A2 yazan ehliyet ve pek tabii motor üstündeki pek bir özgüvenli salınımlarıma rağmen kursa gitmek zorunda kalmak yedi bitirdi beni…

Bir Cuma trafiğinde Washington, D.C.’ye yaklaşık 2 buçuk saat uzaklıktaki Richmond’a ulaştığımda yaklaşık 4 saatimi yollarda geçirmiş, arabadaki müzik arşivimin bir bölümünün üstünden ikişer kez geçmiş ve giderek öfke seviyem de yükselmişti.

Neyse, gelelim bunca direnmeme rağmen sonunda Amerika’da geçirdiğim en eğlenceli haftasonlarından biri haline dönüşen 2 buçuk günlük ehliyet kursuna.

Amerika’da Eğitim

Dedim ya Amerikalılar pek bir ciddiye alıyorlar hayatı diye… Ehliyet kursunun yapılacağı sınıfa girer girmez bir kez daha tecrübe ettim bu gerçeği…

Ben yorgun argın ve sosyalleşme isteğim sıfırın altında eksi 8 derecedeyken sınıfa girdiğimde bir Cuma akşamı, küçük bir sınıfta ve tanımadıkları 10’dan fazla insanla birarada oldukları halde mümkün olamayacak kadar mutlu ve sevimli gözüken kurs arkadaşlarımla gözgöze geldim. Onlar her Amerikalı gibi erken gelmişti, bense her zamanki gibi geç kalmıştım.

Hepsiyle ayrı ayrı selamlaştıktan sonra kurs hocasının “Lütfen kendinize bir grup seçin” uyarısıyla birlikte masalarında boşluk olan iki kişinin yanına gittim. Belli ki eğitim, benim gibi o anda ne sosyalleşmeye ne oturup ders dinlemeye hali olan ve aklındaki tek şey otel odasına gidip sızmak ve ertesi günkü “sabahın kör saati” eğitimine fiziksel olarak hazırlanmak isteyenlerin harcı bir kurs olmayacaktı…

Başa Gelen Çekilir

Kurs kitapçığının kapağındaki bu kadın sürücü çok mutlu gözüküyor değil mi? 🙂

Evet, aynen “başa gelen çekilir” kaderci yaklaşımıyla başladım ben de diğerleri gibi dinlemeye. Önce bir kurs kitabımız olacağını öğrendik (“Peh” dedim ben tabii içimden. “Biz o yollardan geçeli yıl oldu kuzum” diyesim geldi siyah beyaz bir Türk filminin kibirli başrol oyuncusu gibi). Kitap Virginia Motorcycle Operator Manual (Virginia Motosiklet Kullanım Klavuzu diye çevirirsek sorun olmaz) diye birşeydi. Kurs parasına dahildi. Birer tane konuldu önümüze.

Burada iç sesim devreye giriyor: “Hımmmm, demek teorik kısım bu bildiğimiz ıvır zıvır bilgilerden ibaret olacak” diyorum kendi kendime… Ama dürüst olacağım kitabı birkaç sayfa kurcalayınca ukalalığım yerini tuhaf bir olgunluğa bırakıyor.

Tamam, eğri oturalım doğru konuşalım şimdi. Kitapta “normal dönüşlerde sürücü ve motosiklet aynı anda yana doğru yatmalıdır. Kısa mesafedeki dar dönüşlerde ise sadece motosikleti o yöne yatırın ve vücudunuzu dik konumda tutun” gibi aslında pratikte daha rahat anlaşılabilecek ve kitaptan okumayı saçma bulduğum konular da vardı. Ama çoğumuzun “yılların sürücüsüyüm” diyerek zaman zaman gereksiz bir tedbirsizliğe kaçtığımız, küçük ama önemli detaylar da. Örneğin, gerek önümüzdeki araçla gerekse grup sürüşünde diğer motosikletlilerle aramızda 3 saniyelik bir sürüş mesafesi bırakma gerekliliği gibi…

İşte bu noktada “Yapma ama aaaaaaaa….” dediğinizi duyar gibiyim. Bu bilginin zaten Türkiye’de aldığımız kurslarda da altının çizildiğini söyleyenleriniz olduğunu da duyar gibiyim. Peki madem öyle niye yıllarca önümüzdeki aracın tamponundaki çizikleri ezberleyerek kullandık trafikte? Niye ani frenlerde kalbimiz ağzımıza geldi defalarca? Neden mi? Hadi itiraf edelim, yabancı yok aramızda. Çünkü trafiğin ritmi de oydu. Siz öndekinin tamponuyla samimi olmadıkça arkanızdaki huzur vermezdi size değil mi? İşte fark bu noktada.

Amerika’daki kursta birkaç sayfa boyunca değişik şekilde anlattıkları “3 saniye” kuralını

 trafikte ister istemez uygular hale geliyorsunuz. Sistem “aggressive driver”ları (Yani asabi sürücü diyebiliriz buna kısaca) ihbar etme ve kanunen cezaya tabi tutma yoluyla öyle tampon stickerı gibi aracınızın arkasına yapışanlara “Dur kardeşim, noluyor” deme hakkı veriyor size. Zaten iş oraya kalmıyor, trafiğin akışı içerisinde göre göre bir efendilik geliyor insanın üstüne. Zaman zaman bu düzenin nasıl korunduğuna dair değişik örnekler vereceğim sizlere ama şimdilik bu kadar mesaj kaygısı yeter değil mi ama? 🙂

Sınıftaki eğitimin beni etkileyen bir başka yanı ise çeşitli trafik senaryolarının önceden hazırlanmış kısa filmlerle izletilmesi ve sık sık “Siz bu pozisyonda kalsanız ne yapardınız” sorusuyla insanda böyle bir içe dönüş mü dersiniz, bir kendinle hesaplaşma mı, bir silkinip kendine gelme durumu mu, artık ne derseniz deyin işte onu sağlamasıydı 🙂

Kıssadan Hisse

Eğitim kitapçığında yıllardır bildiğimi sandığım ama bilincimin arka sokaklarına attığım birçok “basit ama faydalı” kuralla adeta yeniden tanıştım. Demek ki “Yılların sürücüsüyüm” demek aslında trafik gibi tehlikelerle dolu bir kaosun içinde el yordamıyla hareket etmekmiş diye düşündüm kendi kendime…

Teorik eğitimdeki ipuçları bununla sınırlı değil. Ama yazının bir sınırı olmalı. O yüzden bir sonraki yazıya kadar bir soruyu kendinize sormanızı istiyorum:

En son ne zaman önünüzdeki aracın tamponuna yapıştığınızda bunun ne kadar ciddi sonuçları olabileceğini düşündünüz? Hadi ama dürüst olalım kendimize… En son ne zaman?

Comment/Yorum butonu samimi katkılarınızı bekliyor 🙂

MOTOSİKLETLİ KIZIN ÖZÜ


Merhaba,

Motosikletli Kız ben. Ya da ismimi bilmek isteyenler için, kısaca Selin… Yıllardır hem haber editörü olarak medyanın tozunu yutuyorum hem de iki teker üstünde yolların. Şimdilerde Amerika'da, televizyon habercisi olarak devam ediyorum macerama...

Her İstanbul mağduru gibi trafikten kurtulmak için bir helikopter almanın (!) en iyi alternatifinin ne olacağını düşündüğüm o günlerde aldım ilk motorumu.

11 yılda 4 motor, binlerce kilometre yol ve her aklıma düştüğünde yüzümde hınzır bir gülümsemeye yol açan milyon anıdan sonra hayalini kurduğum yollarda, Amerika’dayım. Rüzgarın bile farklı estiği dev kıtadaki uzun, upuzun yollarda…

Ağrı kesicim, heyecanım, kafam bozuk olduğunda derin bir nefesle düşüncesini içime çekmeye çalıştığım motorumla. Bir o kadar bildiğiniz ve bir o kadar bilmek isteyeceğiniz şeyi biriktirdim eteğimde. Paylaşmaya hazırım. Tüm rüzgar tutkunlarına, iki teker aşıklarına, motosiklet delilerine açık davet:

Gelin birlikte kaybolalım rüzgarın içinde…

motosikletlikiz@gmail.com

Sağlıklı Sürüş İçin Bilmeniz Gerekenler (1)

VİDEOLU YAZILAR :)

Amerika Yollarında (2)

Motorda Kolları Dinlendirmek

Amerika Yollarında (1)

Amerika Yollarında (3)

Motosikletli Kız Amerika'daki Fuarda

Reflektörleri Taktım, Sizin İçin Test Ettim ;)

İnterkom Almadan Bunu İzlemelisiniz

2014 The Washıngton Auto Show

Kask Hayat Kurtarabilir!

Motorda Dertler Nasıl Unutulur?

Motorla Amerika'da (2011'den Kalanlar)

Binlerce Motor Yollara Dökülürse!

Burada Sizin Yazı ve Fotoğraflarınız da Var!

Sizin Köşeniz

Bu Blogda Neler VAR Neler YOK?

*Bu blogun yazarının gözünde hiçbir motor (marka, cins, tür, yıl, renk, güç açısından) bir diğerinden üstün değil (Kabul edin her motor sahibine güzel gelir)

*Bu blogda Amerika VAR, Türkiye VAR. Bu ikisinden herhangi birinin yerden yere vurulmasına yer YOK.

*Bu blogda izlenimlere, araştırmaya ve zaman zaman şahsi fikirlere ve öykülere yer VAR. Dolayısıyla hiçbir fikre, yoruma katılmamak YOK.

*Bu blogda her türlü olumlu katkıya yer VAR. Motor tutkunlarının birbirini kırıp dökmesine izin YOK.

*Bu bloga her türlü eleştiriyi yöneltmeye hakkınız VAR. Ama ara sıra da olsa yapıcı olmayı unutmak YOK.

Not: Blog kuralları her an değişebilir. İtiraza yer YOK:)