Günümüz gençliği ister Türkiye’de olsun ister Amerika’da olağanüstü derecede başarılı olmaları için çok yoğun baskı altında. Her iki ülkede de üniversiteye girme yarışı henüz çocuklar ilkokuldayken başlıyor. Amerika’da üniversiteye girme süreci, Türkiye’den farklı. Türkiye’de hayatımızın geri kalanını tek bir sınav tayin ederken Amerika’da okul dışında da faaliyetlerde bulunmak, akademik alanda üstün başarının yanısıra herhangibir spor ya da sanat dalında da başarı göstermek, gönüllü faaliyetlere katılmak, örneğin sosyal sorumluluk programlarına katkıda bulunmak son derece önemli. Bunun nedeni Amerika’da üniversitelerin başvuru sistemiyle öğrenci kabul etmesi. Yani okullar kendilerine başvuranlar arasından en başarılı olanları, sadece notları yüksek olanları değil, aynı zamanda sosyal açıdan da en çok sıyrılanları almak istiyor. Bu da öğrenciler üzerinde korkunç bir baskı oluşturuyor. Çocuklar hem ders çalışıyor, hem de seçtikleri spor ya da sanat dalında üstün başarı sergilemek için çabalıyor. Ailelerse yoğun baskı kurarak çocuklarını daha çok genç yaşta depresyona sürüklüyor.
Los Angeles’taki California Üniversitesi üniversiteye yeni başlayan öğrenciler arasında çok uzun yıllardır süren bir araştırma yapıyor. Üniversite birinci sınıfa başlayanlara verilen ankette öğrencilere sorulan sorulardan biri stres ve ruhsal ve duygusal sağlıklarıyla ilgili. Ankete geçen yıl katılan öğrencilerin yüzde 29’u lise son sınıfta ders ve okul sonrası faaliyetlerin yoğunluğu nedeniyle aşırı derecede bunaldıklarını söylüyor. Kendini lise eğitiminin sonunda duygusal olarak neredeyse çöküntüye uğramış şekilde hissedenlerin oranıysa geçen yılki ankete oranla iki puan artış göstermiş.
Erkek ve kız öğrenciler arasındaysa ankete verilen yanıtlar açısından büyük farklılıklar olduğu gözleniyor. Lise son sınıfta büyük stres altında olduğunu söyleyen kız öğrencilerin oranı neredeyse yüzde 40 iken stresten bunaldığını düşünen erkek öğrencilerin oranı sadece yüzde 18.
Amerika’daki en itibarlı üniversitelerden biri olan California’daki Stanford Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Doktor Deborah Stipek, öğrencilerin çoğunun hem anne babalarının, hem de gittikleri okulların baskısı altında olduklarını söylüyor. Profesör Stipek, öğrencilerin çoğunun öğrenme isteğinden yoksun olduğunu, farklı anlayışlar ve beceriler geliştirmenin kendilerine vereceği olağanüstü tatmin duygusunun tadına varamadıklarını söylüyor. Öğrenmeyi maceraya atılmaya benzeten uzman, macera yerine öğrenmenin tamamen test geçme amacına hizmet ettiğini, artık öğrenmek demenin üniversite başvurusu yapmak anlamına geldiğini söylüyor.
Profesör Stipek lise son ve üniversite birinci sınıf öğrencilerinin duydukları yoğun stres konusunda Science dergisinde bir makale yayınladı. Stipek’in kendi kızı da Amerika’daki liselerde AP yani Advanced Placement olarak bilinen derslerden almış. Advanced Placement dersleri, liselerde okutulan ancak üniversite seviyesinde olan ve hatta öğrenci üniversiteye başladığında elde edeceği dereceye yönelik kredi de kazandığı oldukça zor dersler. Stipek’in üniversite seviyesinde Fransızca dersi alan kızı, artık hayatı boyunca bir daha Fransızca konuşmak istemediğini söylüyormuş.
Stipek, kızının Fransızca’dan nefret etmesinin eğitim sistemindeki temel sorunu gözler önüne serdiğini, üniversite seviyesinde verilen Fransızca dersinin aslında Fransızca öğrenmekle, başka bir kültürü anlamak ve o kültürle iletişim kurmakla, hayat boyu işe yarayacak bir beceri edinmekle değil, iyi bir üniversiteye girmesini sağlayacak yüksek puan almakla ilgili olduğunu belirtiyor.
Profesör Stipek liselerde yöneticilerin öğrencileri dinlemesi gerektiğini de söylüyor. Uzman, işbirliği yaptıkları liselerin öğrencilerine her yıl stres ve endişe kaynaklarıyla ilgili anketler verdiğini, stres seviyesinin azaltılması için öğrencilerin okullardan neler beklediğinin araştırıldığını ve okulların ne gibi uygulamaların öğrencilerin işine yarayacağını bulmaya çalıştığını söylüyor. Stipek, “birçok okul ilk önce bize öğrencilerinin stres sorunu yaşamadığını söylüyor, ancak daha sonra anket yaptıklarında aldıkları sonuçlara çok şaşırıyorlar. Öğrenciler ‘stresli misiniz’ sorusuna büyük oranda ‘evet’ yanıtını veriyor” diyor.
2009 yılında çekilen bir belgesel işte tam da bu konuya parmak basıyor. “Race to Nowhere” adlı film, akademik hayatta başarılı olma, okul dışı aktivitelerde de üstün başarı gösterme baskısı altında ezilen öğrencilerin yaşadığı psikolojik sorunları yansıtıyor.
Örneğin filmde bir öğrenci aynen şöyle konuşuyor: “Eğer tüm hayatınızı alacağınız notlara adayacaksanız akıllı olmanız gerekli. Sadece derslerinize değil aynı zamanda sanata da yoğunlaşmalısınız. Ayrıca her gün futbol antrenmanlarına katılmalısınız. Bunun üzerine bir de ödevlerinizi bitirmelisiniz. Yani sürekli üretmelisiniz. Bu mümkün değil. Ben başedemedim.”
Deborah Stipek, filmin, günümüzde birçok öğrencinin öğrenmenin keyfini çıkaramadığını gösterdiğini söylüyor. Uzman, en ilginç söyleşilerin öğrencilerle yapılanlar olduğunu, bu öğrencilerin iyi performans göstermeleri için aşırı derecede baskı altında kaldığını söylüyor. Uzman ayrıca ‘öğrenme’ değil ‘performans gösterme’ sözünü kullandığını tekrar tekrar vurguluyor, “çünkü öğrenciler öğrenmiyor, sadece üstün performans sergilemeleri bekleniyor” diyor.
Profesör Stipek toplumun bundan alacağı en acı dersin gençlerin öğrenmeye ilgisi olmadan yetişmeleri olacağının altını çiziyor. Bıkkın, bitkin, yorgun, bezgin ve yeni şeyler öğrenme merak ve heyecanını yitirmiş bir gençlik, bir toplum için en büyük kayıplardan biri olsa gerek.