‘Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın!‘dan ‘Zirveye Yarış’a

Posted June 6th, 2011 at 4:02 pm (UTC-5)
Leave a comment

Amerika’da ilk ve orta dereceli okullar iki hafta sonra yaz tatiline giriyor. Ancak yaz tatili başlamadan önce okullarda test telaşı son hızıyla devam ediyor. Başkan Bush’un 8 Şubat 2002’de imzalayarak yasalaştırdığı ‘No Child Left Behind’ ‘Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın’ tasarısı, ilk ve orta dereceli devlet okullarında eğitim standartlarını yükseltmeyi amaçlıyor. Birçok tartışmayı da beraberinde getiren bu yasa nedeniyle her okul yılda birkaç kere öğrencilerin müfredatı öğrenip öğrenmediklerini ölçmek için standart testler uyguluyor.

Eyaletler tarafından belirlenen başarı seviyesine ulaşan okullar federal fondan daha fazla pay alarak ödüllendiriliyor. Peki ya başarıyı yakalayamayan okullar? İşte tartışma bu noktada başlıyor çünkü matematik ve İngilizce okuma-yazma derslerinde başarı çizgisini geçemeyen, öğrencilerin yeterli test puanı alamadığı okullar adeta cezalandırılıyor ve federal eğitim fonundan mahrum bırakılıyor. Yoksul semtlerde, İngilizce bilmeyen göçmenlerin çocuklarının gittiği, öğretmen kalitesinin düşük olduğu bu okullar, aslında federal yardıma en çok ihtiyacı olanlar. Zengin semtlerde, çoğunluğu beyazların oluşturduğu öğrenci bünyesine sahip okullar zaten belirli bir başarı çizgisini yakalıyor. Esas yardıma ihtiyacı olan okullar İngilizce bilmeyen, yoksul göçmen ailelerine mensup çocuklarla siyahların çoğunlukta olduğu kent merkezlerindeki sorunlu okullar. Bu yasaya yönelik bir başka eleştiriyse sırf testlerden yüksek puan almak adına okullarda matematik ve İngilizce eğitimine ağırlık verilip sosyal bilgiler, fen bilgileri ve diğer derslere yeterli ağırlığın verilmemesi. Bu durumda resim, müzik, beden eğitimi gibi derslere de yeterli zaman ayrılmıyor. Öğretmenlere yaratıcı olma şansı tanınmıyor, çünkü tüm öğretmenler öğrencilerin standart testlerde belirli başarı düzeyini yakalamasına  odaklanıyor. Aynı durum öğrenciler için de geçerli. Öğrenciler arasındaki farklılıklar gözardı edilirken öğrencilerin yaratıcılığı teşvik edileceği yerde köreltiliyor. Standart testlerde iki sene üstüste başarısız olan okullara giden öğrencilere başka bir okula transfer olma seçeneği tanınıyor.  Bu da başarısız okulların yediği bu ‘başarısız’ damgasının iyice tescillenmesi anlamına geliyor.

Öte taraftan ‘Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın’ yasasını destekleyenlerin de sayısı hiç de az değil. Yasanın, devlet okullarının eğitimde sorumluluk alması esasına dayalı olduğunu savunanlar okuma-yazmanın daha erken yaşta öğrenilmesinin teşvik edildiğini, öğrenciler arasında ırk ve dil farklılıklarının başarı düzeyine etki etmemesinin amaçlandığını, başarı düzeyinin sürekli olarak takip edildiğini, okullara daha fazla kaynak aktarıldığını dile getiriyor. İşte bu nedenlerden ötürü Başkan Obama, eğitim reformunun yeniden yapılması ve yeni bir sistem oturtulması gerektiğini savunuyor. Başkan bu amaçla ‘Zirveye Yarış’ adlı yeni bir girişim başlattı. Amerikalı çocukların daha iyi eğitim almasını sağlamadan Amerika’nın 21‘inci yüzyılda öne geçemeyeceğini kaydeden Obama, 2009 Temmuz’unda olağanüstü öğretmenleri işbaşına getiren, başarısız okulların makus talihini değiştiren okul bölgelerine cömert fonlar verileceğini açıkladı ve böylece ‘Zirveye Yarış’ı başlattı. ‘Zirveye Yarış’ın hangi alanlarda reform yapmaya öncelik verdiğine gelince… öncelikle Obama’nın reform anlayışı Bush’un ‘Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın’ yasasındaki gibi ‘tependen inme’ değil. Tam tersine ‘Zirveye Yarış’ girişiminde kökten filizlenen bir eğitim reformu anlayışı sergileniyor. Üniversiteye, hatta kariyer hayatına hazırlığın daha ilkokulda başladığı, bu nedenle Amerikalı öğrencilerin diğer gelişmiş ülkelerdeki yaşıtlarını eğitimde yakalayabilmek için standartların yükseltilmesi gerektiği vurgulanıyor. Öğretmenlik mesleğinin en iyi öğretmenlere cazip hale getirilmesi ve en yetenekli öğretmenlerin en çok ihtiyaç duyulan okullara yerleştirilmesi gerektiği kaydediliyor. Eğitim reformunun Washington’dan dikte ettirilmesi yerine öğretmen, idareci ve ailelerin her okulun ihtiyacı çerçevesinde programlar geliştirmesi amaçlanıyor.

Başkanın açtığı yarışmanın bu yılki galibi, Tennessee eyaletinin Memphis kentindeki Booker T. Washington Lisesi. Okul, kentin suç oranı en yüksek mahallelerinden birinin tam göbeğinde. Birkaç yıl öncesine kadar Booker T. Washington Lisesi’nden son sınıf öğrencilerinin sadece yarısı mezun olup, üniversiteye devam eden öğrenci sayısıysa bir elin parmaklarını geçmezken bu yıl durum çok daha farklı. Obama, geçen ay okulun mezuniyet törenine katıldı ve yaptığı konuşmada dinamik bir müdür ve kendini işine adayan öğretmenler sayesinde bu yıl Booker T. Washington Lisesi’nin en zor sınıf olan 9‘uncu sınıf müfredatı için özel programlar oluşturduğunu, meslek eğitimi verdiğini, üniversite seviyesinde dersler açtığını, müfredatı değiştirmeden okul kültürünü değiştirdiğini dile getirdi. Başkan Obama’ya göre en önemlisiyse çok çalışmanın ve disiplinin yüceltildiği, her öğrencinin değerli olduğu inancının yerleştiği bir kurum haline gelmesi. Okullara esneklik verilmesini amaçladıklarını söyleyen Obama, Amerika’da zorluk içindeki diğer okullara giden öğrencilere de Booker T. Washington Lisesi’ndeki öğrencilerle aynı şansın verilmesi gerektiğini belirtti. Obama’nın ‘Hiçbir Çocuk Geri Kalmasın’ yasasında ne gibi değişiklikler yapacağını, nasıl bir reform gerçekleştireceğiniyse tüm anne babalar gibi ben de merakla bekliyorum.

 

 

En Çok Parayı Hangi Üniversite Derecesi Kazandırıyor?

Posted May 24th, 2011 at 3:15 pm (UTC-5)
1 comment

Üniversiteden mezun olanların üniversiteye gitmeyenlerden daha çok gelir elde ettiği, birçok istatistiğin de doğruladığı yadsınmaz bir gerçek. En azından lisans derecesi elde etmek, gelecekte iyi bir iş ve maaş sahibi olmanın garantisi sayılıyor birçok ülkede. Peki üniversite derecelerinin ekonomik değeri nedir? Hangi derece en çok parayı kazandırıyor? İşte Georgetown Üniversitesi Eğitim ve İşgücü Merkezi tam da bu konuya ilişkin yeni bir araştırmanın sonuçlarını yayınladı. Araştırma, türünün ilk örneği sayılıyor. Bunun nedeni, üniversite derecelerinin ne kadar kazanç sağladığına ilişkin daha önce yapılan benzer araştırmaların sadece üniversiteden yeni mezun olanların kariyerlerinin başında aldıkları maaşa ilişkin verilere odaklanması. Georgetown’un araştırmasıysa uzun yıllara yayılıyor ve farklı üniversite derecelerinin yıllar içinde ne kadar gelir getirdiğini inceliyor. Örneğin mühendislik dereceleri yıllar içinde ortalama 1 milyon dolardan fazla gelir getirirken eğitim derecesine sahip olanlar yıllar içinde ortalama sadece 250 bin dolar civarında maaş alıyor.

Georgetown Üniversitesi Eğitim ve İşgücü Merkezi’nin Başkanı Anthony Carnevale, üniversiteden lisans derecesi almanın önemli olduğunu, ancak hangi derecenin elde edildiğinin daha çok önem kazandığını söylüyor. Araştırma 15 kategoride 171 üniversite derecesinin yıllar içinde getirdiği geliri, bir başka değişle, 171 üniversite derecesinin ekonomik değerini mercek altına alıyor. En çok gelir getiren meslek grubunu tahmin etmek hiç de zor değil: tabii ki mühendisler herkesten çok kazanıyor. Georgetown araştırmasına göre tüm mühendislik dalları arasında en çok gelir getiren dalsa petrol mühendisliği. Petrol mühendisleri yılda ortalama 120 bin dolar kazanıyor. Petrol mühendislerini eczacılık ve ecza bilimleri ve yönetimi dalında derecesi olanlar izliyor. Bu kişiler yılda ortalama 105 bin dolar maaş alıyor. İlk onda yer alan diğer dereceler ve getirdikleri yıllık ortalama gelirse şöyle: Matematik ve bilgisayar mühendisliği 98 bin dolar, uçak mühendisliği 87 bin dolar, kimya mühendisliği 86 bin dolar, elektrik-elektronik mühendisliği 85 bin dolar, gemi mühendisliği 82 bin dolar. İlk onun son üç dalıysa 80 biner dolar gelir getiren makine, metalürji ve maden mühendislikleri.

En az gelir getiren dallara gelince…Psikolojik danışmanlık yapanlar yılda ortalama 29 bin dolar kazanıyor. Anaokulu öğretmenleri yılda 36 bin dolar kazanırken din bilimcileri 38 bin, sosyal hizmetlerde çalışanlarsa 39 bin dolar elde ediyor. Tiyatro, görsel sanatlar ve sahne  sanatları, iletişim bozuklukları bilimleri ve hizmetleri dallarında eğitim görenlerse yılda 40 bin dolar maaş alıyor.

Günümüzde işsizlik oranının yüksek, iş bulmanınsa çok zor olduğunu düşünürsek ‘acaba hangi meslekler iş garantisi sağlıyor’ diye sormadan edemiyor insan. Georgetown Üniversitesi’nin araştırmasına göre jeoloji ve jeofizik mühendisliği, askeri teknoloji, farmakoloji, öğrenci danışmanlığı dallarında derecelere sahip olanların iş bulması, diğer dallarda derecesi olanlara göre çok daha kolay. Ancak sosyal psikoloji, nükleer enerji mühendisliği ve eğitim yöneticiliği okuyanlar, iş bulmakta en çok zorlananlar.

Georgetown Üniversitesi’nin yaptığı araştırmanın sonuçlarına ve tüm istatistiklere ulaşmak için http://cew.georgetown.edu/whatsitworth. Adresine girebilirsiniz.

 

‘Mıknatıs’ Okulların Cazibesi

Posted May 17th, 2011 at 7:57 am (UTC-5)
Leave a comment

Amerika’da ilkokul, ortaokul ve liseye, eğer ‘public school’ olarak adlandırılan ‘devlet’ okullarında gidecekseniz, yaşadığınız ilçenin belirlediği sınırlar içerisinde, ikamet ettiğiniz semtin okuluna gidiyorsunuz. Yani gideceğiniz okulu yaşadığınız coğrafya belirliyor. Aynı model Türkiye’de de geçerli. Tabii yaşadığınız semt eğer ‘zengin’ semtiyse o zaman işiniz kolay. Gideceğiniz okul ‘yoksul’ mahallelerdekilere kıyasla çok daha fazla kaynağa, daha iyi öğretmenlere, çocuklarının gerek sosyal gerekse akademik gelişimiyle yakından ilgilenen eğitimli ve kültürlü anne babalara, çok güçlü bir okul-aile birliğine sahip olacaktır.

‘Fakir’ semtlerde yaşayanların gittikleri okullardaysa durum çok daha farklı. Bu okullardaki kaynaklar daha az, sınıflar çoğu zaman daha kalabalık. Göçmen çocuklarının İngilizce bile bilmeden başladıkları bu okullarda müfredat daha geri. Dolayısıyla akademik başarı da daha düşük. Zengin ve fakirin, siyah ve beyazın eğitimde aynı fırsatlara sahip olabilmesi için Amerika’da 1960’lı yıllarda ‘magnet school’ yani ‘mıknatıs okul’ modeli oluşturulmuş. Bu modelin ilk meydana çıktığı yıllardaki amacı, devlet okullarında ırk ayrımcılığının engellenmesiydi. Ancak günümüzde Amerika’daki ‘mıknatıs okullar’ çok daha farklı amaçlara hizmet ediyor. Son derece seçici olan bu okullar en kalifiye, en başarılı, en çalışkan öğrencileri bünyesine dahil ediyor.

Mıknatıs okullar çoğu ilçede ilkokul, ortaokul ve lise seviyesinde eğitim veriyor. Sayıları çok az olduğu için büyük rağbet görüyorlar. Örneğin bizim yaşadığımız Maryland eyaletinin Montgomery ilçesinde yaklaşık 200 ilkokul, ortaokul ve lise var, ancak bunların yalnızca onyedi kadarında mıknatıs okul programları uygulanıyor. Dolayısıyla mıknatıs okullara girmek son derece zor. Bu okulları cazip kılan en büyük özellikse elbette ki sağladıkları üstün akademik programlar. Özellikle mıknatıs liseler, Amerika’nın en itibarlı üniversitelerine girmek isteyen öğrenciler için en uygun platformlardan biri. Mıknatıs okullar eğitecekleri öğrencileri özenle seçiyor. Öğrenciler sınava girmenin yanısıra öğretmenlerinden tavsiye mektupları almak, belirli bir konuda komposizyon yazmak ve çok iyi bir not ortalamasıyla mıknatıs okullara başvurmak durumunda.

Mıknatıs liseler öğrencilere fen, matematik, sosyal bilimler ve edebiyat gibi farklı dallara yoğunlaşmış müfredatlar sunuyor. Örneğin bizim yaşadığımız Maryland eyaletinin Montgomery ilçesinin en gözde mıknatıs okullarından Poolesville Lisesi, üç dalda, Küresel Ekoloji,  İnsani Bilimler ve Edebiyat, ve Fen Bilimleri ve Bilgisayar Mühendisliği alanlarında eğitim veriyor. Her bölüme 50‘şer öğrenci alınıyor. Kabul edilen öğrenci sayısı çok az olduğu için rekabet çok yüksek. Verilen eğitim çoğu zaman üniversite seviyesine yaklaşıyor, hatta üniversitede birinci ya da ikinci sınıfta alınan bazı dersler de bu programa dahil ediliyor. Bu programlardan mezun olan öğrencilerin Amerika’nın en iyi üniversitelerinin hukuk, tıp, mühendislik gibi büyük rağbet gören fakültelerine kabul edilme olasılıkları çok yüksek.

Amerika’da iyi bir üniversitenin lisans programına girmek her geçen yıl daha da zorlaşıyor. Bunda üniversitelere başvuranların sayısının artması ve başvuran öğrencilerin güçlü akademik eğitime sahip olması en büyük etkenlerden biri. Yani artık yüksek not ortalaması, güçlü tavsiye mektupları ve üniversiteye giriş için gereken SAT sınavından iyi puan almak istediğiniz üniversiteye girebilmeyi garanti etmiyor. Ancak üniversitelerin eleme sürecinden önce daha lise, hatta ortaokul seviyesinde mıknatıs okulların son derece ciddi akademik elemesinden geçenler, istedikleri lisans programına kabul edilmede ‘düz lise’ye gidenlerden çok daha şanslı.

 

 

 

 

Okul, Aile, Birlik

Posted April 29th, 2011 at 12:01 pm (UTC-5)
Leave a comment

Okul aile birliği dendiğinde aklıma hep yılda bir kermes düzenleyen, ev kadını annelerin arkadaş edinmek için girdikleri bir dernek gelir. Bizim ailemizde okul aile birliğine katılmakla ilgilenmezdi kimse. Şimdiyse kendi çocuğumun okulunda son derece faal bir okul aile birliği üyesiyim. Amerika’da kısaca PTA, yani parent-teacher organization olarak bilinen okul aile birlikleri, okullar için son derece önemli. Bunun nedeni, okuldaki hemen hemen her sosyal aktiviteyi, gönüllü çalışanların yapacakları işleri ve okul için para toplama faaliyetlerini okul aile birliklerinin düzenliyor olması.

Okul aile birliklerinin okullarda düzenledikleri sosyal faaliyetler hem çocukların sosyal becerilerini geliştirmede hem de ailelerin kaynaşmasını sağlamada son derece önemli. Yani Amerika’daki okul aile birlikleri yılda bir kez kermes düzenlemekle kalmıyor. Örneğin kızım Cansu’nun gittiği ilkokulda eğitim-öğretim yılının başında ‘Okula Hoşgeldiniz’ partisi düzenlendi. Çocuklar öğretmenleriyle birlikte okulun bahçesinde canlı müzik eşliğinde bol bol dans etti, oyunlar oynadı. Pizza ve meşrubat satışlarından elde edilen gelir okula katkıda bulundu. Bir başka okul aile birliği faaliyeti de ‘Tombala Gecesi’ydi. Kazananlara küçük hediyeler verildi, çocuklar sevindirildi. Kışın düzenlenen ‘Matematik ve Okuma Geceleri’ndeyse her sınıf seviyesine yönelik oyunlar oynandı, öğretmenler sınıf ortamından farklı olarak bir panayır havasında geçen bu aktifivede çocukları hem eğlendirdi hem de sınıfta öğrettikleri bilgileri pekiştirme imkanı buldu. Cadılar Bayramı, Şükran Günü, Sevgililer Günü gibi özel günlerdeyse her sınıftan gönüllü anne babaların da yardımıyla ‘günün anlam ve önemini’ yansıtan partiler düzenlendi. Yalnız Sevgililer Günü deyince ‘ilkokulda Sevgililer Günü kutlaması da ne demek oluyor şimdi???’ dediğinizi duyar gibiyim. Valentine’s Day yani Sevgililer Günü okullarda ‘arkadaşlık günü’ havasında kutlanıyor. Arkadaşlığın ve paylaşımın ne kadar önemli olduğu anlatılıyor, arkadaşlar arasında kıskınçlık, ayrımcılık ve her anne babanın, çocuğun ve okul yöneticisinin korkulu rüyası olan ‘bullying’ yani bazı saldırgan çocukların yaşıtlarını korkutma, sindirme ve dışlamasının engellenmesi gerektiği vurgulanıyor.

Okul aile birliğinin en önemli işlevi, okul için para toplamanın yanısıra, çocuğunu aynı okula gönderen anne babaların kaynaştırılması, bir toplum haline getirilmesi. Okul aile birliği üyesi olan anne babalar okulun Yahoo Groups’taki posta listesine de üye olup okulla ilgili olan biteni takip ediyor, birbiriyle haberleşiyor. Böylece çocuğunuzun arkadaşlarının annesini babasını çok daha yakından tanıyorsunuz. Ben ilkokula giderken annemin arkadaşlarımın annelerinin kaçta kaçını tanıdığını hatırlamıyorum bile. Ama ben Cansu’nun sınıfındaki hemen hemen tüm anne babaları tanıyorum, farklı ortamlarda onları izleme imkanı buluyorum. Örneğin kendi çocuklarına nasıl davranıyorlar, başka çocuklarla nasıl iletişim kuruyorlar, öğretmenlerle aralarında nasıl bir ilişki var, tüm bunları okulda düzenlenen çeşitli faaliyetlerde izleme fırsatı olması bence son derece önemli.

Ben de elimden geldiğince, vaktim elverdiğince okul aile birliğinin faaliyetlerine ve okulda yapılması gereken diğer işlere gönüllü olarak katkıda bulunuyorum. Bu yıl üzerime aldığım görevlerden birisi okulun önündeki panoya okuldaki aktiviteleri, okulun kapalı olduğu günleri, öğrencileri ve ailelerini okulda olup iten gelişmelerden haberdar etmek için önemli duyuruları yazmak. Bir diğer işim de aynı duyuruları mahallemizdeki Giant adlı süpermarkette okulun panosuna asmak. Ha bir de tabii fotokopi makinesi önünde öğretmenlerin sınıfta kullanacakları materyallerin fotokopilerini çekmek için harcadığım saatleri unutmamam gerekir 🙂

Parsons’dan Ortaokul ve Liselilere Yaz Kursları

Posted April 14th, 2011 at 11:15 am (UTC-5)
Leave a comment

Kısa süre önce bir akrabamızın lise öğrencisi kızının yazın New York’taki ünlü tasarım ve sanat okulu Parsons’a yaz kursuna geleceğini öğrendim. Amerika’daki en prestijli sanat okullarından birisi olan Parsons, The New School üniversitesinin bünyesinde yer alıyor. 1919 yılında ilerici ve modern bir üniversite olarak kurulan, siyasi sorumluluk ve kritik düşünme becerilerinin teşvik edildiği, solcu Amerikan düşüncesini Avrupa felsefesiyle kaynaştırmasıyla bilinen bir okul The New School. En büyük özelliklerinden biriyse müfredatın deneysel olması. ‘Zaman Sorunu,’ ‘Güç,’ ‘Hiçlik Üzerine,’ ‘Haz,’ ‘Gençlik Kültürü: Seks, Uyuşturucu ve Komedi,’ ‘Geçmişin Hakkını Vermek’ başlıklı derslere başka hangi üniversitede rastlanır ki zaten? Mezunları arasında Tennessee Williams, Tom Ford, Jack Kerouac, Marc Jacobs, Eleanor Roosevelt, Marlon Brando, James Baldwin, Norman Rockwell gibi isimlerin bulunduğu, Frank Lloyd Wright, Martha Graham, Woody Allen, Robert Frost gibi efsanelerin hocalık yaptığı The New School’u, Parsons sanat ve tasarım okulunun moda tasarımı bölümünün yer aldığı Project Runway adlı yarışma programından ya da James Lipton’un sunduğu, her hafta sinema dünyasından bir ünlünün konuk edildiği Inside the Actors Studio programlarından da tanıyabilirsiniz.

İşte The New School’a bağlı Parsons sanat okulu sanata ilgi duyan, kariyerini sanat üzerine kurmak isteyen, geleceğini sanata adamayı hayal eden ortaokul ve lise öğrencilerine bulunmaz bir fırsat sunuyor. Hayatta herşeyin tasarıma giderek daha da fazla dayandığı, sanatın ve tasarımın tüm deneyimlerimizi şekillendirip yansıttığı bir dünyada yaşadığımızı belirten Parsons, sanatın birçok dalında eğitim veriyor. Lisans programlarından bazıları Mimari Tasarım, İletişim Tasarımı, Tasarım ve İşletme, Çevre Çalışmaları, Güzel Sanatlar, İllüstrasyon, Kent Tasarımı, Fotoğrafçılık. Lisanüstü programları arasındaysa Moda Tasarımı, Moda Tasarımı ve Toplum, İç Mimari, Aydınlatma Tasarımı, Tasarım ve Teknoloji gibi programlar göze çarpıyor. Bu alanlarda eğitim görmek isteyen, sanat ve tasarım tutkunu olan, ya da sanata ilgi duyan ancak henüz ne yapmak istediği hakkında fikri olmayan genç öğrenciler için Parsons’un yaz kurslarıysa bulunmaz bir fırsat. ‘Üniversite öncesi eğitimi’ olarak tanıtılan bu program ilkokul 4‘üncü sınıftan lise sona kadar farklı yaş gruplarından gençlere hitap ediyor. İlkokul dört ve beşinci sınıflara yönelik derslerden en ilginç olanları New School Caz ve Çağdaş Müzik bölümünün açtığı Brezilya ritm ve davul dersleri ve Karikatür. Ortaokul öğrencileriyse Üç Boyutlu Tasarım, Animasyon Tasarımı, Dijital Fotoğrafçılık, Oyun Tasarımı, Moda Tasarımı, Çizim ve Resim gibi derslerden yararlanabilir. Lise öğrencileriyse ortaokulluların aldığı dersleri daha yoğunlaştırılmış şekilde görüyor. Bunlara ek olarak İç Mimari ve Tasarım, Moda ve Aksesuar Tasarımı, Dijital Tasarım Laboratuarı başlıklı dersler oldukça ilgi çekici. İki haftalık bu programın ücresiyse 1025 dolar. Program sadece iki haftalık olsa da katılmak isteyen yabancı öğrencilerin Amerika’ya gelen her yabancı öğrenci gibi I-20 öğrenci vizesine ihtiyacı var. Bu arada ilginç bir not: Resim programına katılan ilkokul ve ortaokul öğrencileri kıyafetli modellerle, lise öğrencileriyle çıplak modellerle çalışıyor. Manhattan’da iki haftalığına sanat ve tasarım havası solumak isteyen genç sanatçılar için Parsons eşsiz bir imkan sunuyor. Ne de olsa okulun kullandığı sloganlardan biri ‘herkes hayatının bir döneminde New York’ta yaşamalı’…

Okul Öncesi Eğitimde ‘İmece’

Posted March 30th, 2011 at 12:23 pm (UTC-5)
Leave a comment

Cansu 2 yaşına geldiğinde her anne baba gibi biz de ‘artık çocuğumuz sosyalleşsin, kendi yaşıtlarıyla oynamaya başlasın, madem Amerika’da yaşıyoruz İngilizce’ye erken yaşta güzel bir başlangıç yapsın, biz de artık biraz nefes alalım’ diye anaokulu arayışına girmiştik. İnternet’te yaptığımız araştırmalar sonucunda yaşadığımız yerdeki anaokullarının ne kadar da pahalı olduğunun farkına varmamız pek de uzun sürmedi. Cansu daha küçük olduğu için amacımız haftada birkaç gün, yarım günlüğüne okula göndermeye karar verdik. Ve daha önce hiç duymadığımız, ‘cooperative nursery school’ şeklinde tanımlanan anaokulları olduğunu öğrendik.

‘Cooperative nursery school’ denen anaokullarını diğer anaokullarından ayıran en büyük özellik, bu okulların anne babalar tarafından yönetiliyor olması. Okulların yönetimini öğretmenlerin denetim ve gözetimindeki aileler üstleniyor. Başkanlar, başkan yardımcıları, sekreterler, mali işler sorumluları hep okula giden çocukların anne babaları. Kooperatif okullardaki diğer tüm işleri de aileler yürütüyor. Örneğin okulların alışveriş sorumlusu, fotoğrafçı, kütüphane görevlisi gönüllü aileler arasından seçiliyor. Buna ek olarak her anne ya da baba ayda bir ya da iki kez sınıfta öğretmene yardım etmek zorunda.

‘Okul öncesi eğitim konusunda hiçbir eğitimi olmayan anne babalar okulda böyle bir sorumluluğu nasıl üstlenebilir?’ diye sorabilirsiniz. Anne babaları okul öncesi eğitim ortamına hazırlamak için okul başlamadan önce herkes zorunlu eğitime tabi tutuluyor. Bu eğitimi okulun 2, 3, 4 ve 5 yaş gruplarının öğretmenleri veriyor. Başkalarının çocuklarıyla nasıl iletişim kurmalısınız? Çocukların kavga etmeye başladığı durumlarda olaya nasıl müdahale etmelisiniz? Okulların ‘oyun yoluyla eğitim’ felsefesini uygulamak için nelere dikkat etmelisiniz? Bu ve benzeri birçok konuda aileler bilgilendirilip eğitim yılına kadar hazır hale getiriliyor. Bu da yetmiyor, herkes acil durumlar karşısında hazırlıklı olmak için ilk yardım, kalp masajı ve sunni solunum kursuna gönderiliyor.

Okulu aileler idare etse ve sınıfta bizzat öğretmene destek verse de her gün eğitime katkıda bulunan anne babalar aslında çoğunlukla ‘ayak işlerine’ bakıyor. Örneğin tuvalet saati geldiğinde çocukları tuvalete götürmek, ellerini yıkatmak, çocukların atıştıracağı yiyecekleri evden getirip hazırlamak, bahçede oyuncakları toplamak, sınıfı temizlemek, sınıftaki oyuncakları yılda birkaç kez tepeden tırnağa dezenfekte etmek gibi. Ancak bir yandan da çocuğunuzun okul öncesi yaşlarında akranlarıyla iletişim kurduğunu görmek, sizden başka bir otoriteyle, yani öğretmenle olan bağını gün be gün gözlemlemek, sosyal bir yaratık haline geldiğini görmek anne babalara çok büyük haz veriyor. Bir de tabii kooperatif okulların en olumlu yanlarından biri aileler tarafından yönetilmelerinden ötürü okul ücretinin diğer okullara kıyasla büyük oranda düşük olması. Örneğin çocukları haftada iki ya da üç gün, üçer saatliğine okula giden aileler ayda bin ila bin 500 dolar civarında okul ücreti verirken bizim Cansu’nun okuluna verdiğimiz ücret ayda 300 dolardı. Temizlik yapmak, çocukları tuvalete taşımak, sanat saatinde tepeden tırnağa boyaya bulanmak, müzik saatinde çocuklarla birlikte dans edip şarkı söylemek her anne babanın hoşuna gitmeyebilir elbette.

Kooperatif okullar anne babalardan çok şey bekliyor. Okulda görevli olduğunuz günlerde zamanında sınıfta işbaşında olmakla başlıyor herşey. Biri bir aksaklığa sebep olduğunda işler sarpa sarmaya başlıyor. O nedenle üzerinizdeki sorumluluk çok büyük. Sadece kendinizin değil, başkalarının çocuklarının da sorumluluğunu almak, onlara kendi çocuğunuz gibi bakmak, sabırlı olmak, sinirlenmemek, her zaman güler yüzünüzü göstermek zorundasınız. Ama çocuğunuzun eğitiminde ilk ve son kez söz sahibi olabileceğiniz, sınıfa girip olan biten herşeyi yakından gözlemleyebileceğiniz bir ortamın değeri gerçekten paha biçilmez.

Kooperatif okullar anne babaların zamanını alıyor, orası kesin. Ama diğer ailelerle oluşturduğunuz yakın dostluklar, kendi çocuğunuzun gelişimini gözlemleme fırsatı başka okul ortamlarında kolay kolay bulunamayacak nimetler. Benim için Cansu’nun kooperatif okula gitmesinin en değerli yanlarından biri de bir anne olarak diğer anne babalardan ve çocuklardan çok şey öğrenmiş olmam. Cansu artık ilkokula gidiyor. Aradan iki yıl geçmiş olmasına rağmen eski okuldaki ailelerle hala iletişim içindeyiz. Kurduğumuz dostluklar daha uzun yıllar süreceğe benziyor. Cansu’nun bu okula gittiği yıllarda en çok aklıma gelen konulardan biri de ‘acaba Türkiye’de de böyle bir model oluşturulabilir mi?’ ‘Türk anne babalar imece usulünü Türkiye’deki anaokullarında da uygulayabilir mi?’ oldu. Ne dersiniz, Türkiye’deki anne babalar da böyle bir sorumluluğu almaya istekli midir?

Hulya Polat yayıncılığa Ankara Radyosu'nda başladı, TRT'de ve Amerika'nın Sesi'nde devam etti. TED'li ve DTCF'li. Çok sayıda yayıncılık ödülü, siyasetçilerden sanatçılara kadar çok sayıda kişiyle radyo ve televizyon ropörtajları var. Sivil toplumcu, gönüllü çalışmaların önemine inanıyor. Washington Türk-Amerikan Derneği Başkanlığı yaptı, Atatürk Okulu, Türk Festivali ve derneğin internet sitesiyle Amerikalı öğretmenlere Türkiye'yi tanıtma seminerleri başlatılmasında öncülük etti. Kitaplardan, sinema ve tiyatrodan, seyahat etmekten ve müzik dinlemekten hoşlanıyor. Yayınlanmış bir öykü kitabı var. "Dünyada en çok sevdiği işi yapma güzelliğini yakalayan ve kanseri yenen şanslı kişilerden biriyim," diyor haberciliği, hayatı ve onlarla ilgili herşeyi seviyor.

Ücretsiz Üniversite: Berea Koleji

Posted March 17th, 2011 at 1:10 pm (UTC-5)
Leave a comment

Amerika’da üniversite eğitiminin ne kadar pahalı olduğunu biliyoruz. Planlı-programlı, işini şansa bırakmak istemeyen, mali disiplin sahibi ve herşeyden önemlisi gerçekçi Amerikalı anne babalar, çocukları doğar doğmaz 18 yıl sonrası, yani üniversite eğitimi için para biriktirmeye başlıyor.  Bu iş için kısaca ‘529 Planı’ olarak bilinen, sadece çocuğunuzun eğitimi için kullanabileceğiniz fona da başlayabilirsiniz. Amerika’daki üniversitelerin özellikle lisans programlarında okumak için burs almaksa çok zor. Bu nedenle ‘benim çocuğum çok zeki, nasıl olsa burslu okuyacak’ yanılgısına düşmemek gerekiyor. Üniversiteye gidebilmek için kredi alan öğrenci sayısıysa çok fazla. Bu öğrenciler mezun olur olmaz kendilerini büyük bir borç batağının içinde buluyor.

Taze mezunlar hayata gırtlağa kadar borca batmış şekilde başlıyor. Özellikle ekonomik kriz nedeniyle eğitim kredilerini geri ödeyemeyen mezun sayısında büyük artış görülüyor. Amerikalılar ortalama 24 bin dolar eğitim kredisi alıyor. Bu kredilerin yüzde 14‘üyse geri ödenmiyor. Ancak Kentucky eyaletindeki Berea kasabasında öyle bir yüksek eğitim kurumu var ki, öğrencilerin para sıkıntısı, eğitim masrafları, borç-harç gibi sorunları yok. Berea Koleji’nin mezunları hayata sıfır borçla başlıyor, ki bu da yeni iş arayacak, yeni para kazanmaya başlayacak bir mezun için son derece önemli.

Berea Koleji’nde dört yıllık bir lisans programını bitirmenin maliyeti, 100 bin dolar. Ancak öğrenciler ve ailelerine 100 bin dolarlık eğitim faturası çıkarılmıyor. Bu, Berea öğrencilerinin üniversite eğitimi görürken bir yandan da üniversitenin kendilerine verdiği işlerde çalışarak kendi eğitimlerinin parasını bir bakıma kendilerinin ödemesiyle mümkün oluyor.

Berea dördüncü sınıf öğrencilerinden Jane Tonella derslerin yanısıra haftada 10 saat çalışıyor. Jane, Berea’da dokumacılık öğrenmiş. Dokuduğu kumaşlar, kampüslerdeki mağazalarda, üniversiteleri ziyaret eden turistlere satılıyor. Jane bu işi sayesinde çok yakında borçsuz bir şekilde üniversite eğitimini tamamlamış olacak. Jane, bu durumdan o kadar memnun ki, ‘mezun olduğumda sırtımda borç kamburu olmadan, hayata taze bir başlangıç yapacağım’ diyor. Jane, yakında tıp fakültesine başlayacak. ‘Eski bir dokuma tezgahında saatler harcamak tıp okumak isteyen bir öğrenciye ne katabilir ki’ diye sorabilirsiniz. Jane, bu işin kendisine çok büyük yarar sağladığını, yöneticilik becerileri elde ettiğini, çok sayıda insanla tanıştığını, çok daha sosyal bir hayatı olduğunu söylüyor. Bu beceriler günümüz işverenlerinin de başvuruda bulunan adaylarda aradığı özellikler. Berea Koleji dekanlarından David Tipton, eğitimleri için çalışan Berea öğrencilierinin ekip içinde uyumlu çalışabilme, sorumluluk alma, işe zamanında gelme gibi becerileri erkenden edindiklerini ve bu becerilerin iş hayatında çok işlerine yarayacağını söylüyor.

Berea Koleji, 1850 yılında kurulmuş. O yıllarda Kentucky eyaletinde yaşayanların çoğuysa çiftçiymiş. Berea’daki iş ve eğitim programı, yıllar boyunca yoksul öğrencilere üniversite imkanı sağlamış. Günümüzdeyse hali vakti yerinde olan öğrenciler için bu programın sunduğu olanaklar çok daha farklı. Çalışma programı, henüz hiçbir işte çalışmamış gençlere iş deneyimi sağlıyor. Böylece öğrenciler bu sorumluluğun ne demek olduğunu üniversite ortamında öğreniyor. Okula yeni başlayan öğrencilere verilen işler arasında tamirat, bakım-onarım, kampüsteki mağazalarda tezgahtarlık, marangozluk ve dokumacılık var. Öğrencilere iş eğitimi de sağlanıyor. Berea Koleji, öğrencilerinin okul ücretini çalışarak ödemesini sağlayan Amerika’daki sadece yedi yüksek öğretim kurumundan biri. Ancak bu durum yakında değişebilir.

Washington’daki Georgetown Üniversitesi’nin yaptırdığı yeni bir araştırma, Amerika’daki üniversite öğrencilerinin iş dünyasında gerekli olan pratik bilgileri edinmeden mezun olduklarını ortaya koyuyor. Çok iyi bir yüksek eğitim almak, meslek sahibi olarak üniversiteden mezun olmak kişinin geleceğini garanti altına alması açısından elbette ki çok önemli. Ancak iş ortamında başarılı olmak için ders kitaplarından öğrenilen teorik bilgilerden çok daha fazlası gerekiyor. Bu nedenle Berea Koleji’nin sunduğu imkanlar gençleri geleceğe hazırlama açısından son derece değerli.

Okulda eğitim mi, evde eğitim mi?

Posted March 9th, 2011 at 3:52 pm (UTC-5)
6 comments

Amerika’da bazı anne babalar çocuklarını okula göndermek yerine evde eğitim vermeyi tercih ediyor. Evde eğitimse birçok tartışmayı beraberinde getiriyor. Mississippi eyaleti 1918 yılında okul çağındaki çocukların özel ya da devlet okullarında eğitim görmesini zorunlu hale getiren son eyalet oldu. Bu tarihten önce çok sayıda çocuk, ya anne babaları ya da özel öğretmenler tarafından evde eğitiliyordu. Kırsal kesimlerdeyse farklı yaşlardaki bütün çocuklar tek sınıflık okulda eğitim görüyordu. 1980’li yıllardaysa dindar ve muhafazakar aileler eyaletleri, çocukların evde eğitilmesine izin vermeye ve bu eğitimi tanımaya ikna etti. Böylece evde eğitim yeniden rağbet görmeye başladı. O zamandan beri gerek dindar gerekse dinsiz birçok aile çocuklarına evde eğitim vermeyi tercih ediyor.

Amerika’da okul çağındaki çocukların yüzde 3’ü yani bir buçuk milyon çocuk sonbaharda yaşıtları okula başlarken evde kalmaya devam edecek. Onun yerine anne babalar kitapları ve diğer okul gereçlerini alacak, ders programları hazırlayacak ve kendi oturma odalarında cebirden zoolojiye her konuda çocuklarına eğitim verecek. Evde eğitimi savunan anne babalar çocuklarının ahlaki değerlerini, birlikte en çok zaman geçirdikleri kişilerden aldıklarını savunuyor.Çocuklarına evde eğitim vermeyi tercih eden aileler, okullarda verilen standart sınavlara karşı çıkıyor ve okulda eğitim gören öğrencilerin beceriden çok yaşa göre gruplandırıldığını, müfredatı iyi öğrenip öğrenmediğine bakılmaksızın bir üst sınıfa geçirildiklerini söylüyor.

Çocukları evde eğitim gören aileler farklı yaş gruplarından çocuklara aynı ortamda eğitim veriyor. Bir zamanlar tek sınıflık okullarda olduğu gibi büyük çocuklar küçüklere yardım ediyor. Evde eğitim gören öğrencilerin çoğu birçok konuda çok başarılı oluyor ve akademik burs alarak üniversiteye girmekte hiç zorlanmıyor. Ancak evde eğitime karşı olanlar, öğretmenlik yapan anne babaların deneyimsiz olduklarını, hiçbir denetimden geçmediklerini ve evde eğitilen çocukların sosyal becerilerden mahrum kaldıklarını savunuyor. Evde eğitimi savunan anne babalarsa çocuklarının sosyal olarak tecrit edildikleri iddiasını doğru bulmuyor ve çocuklarının tıpkı okula giden akranları gibi izcilik yaptığını, kiliseye gittiğini, spor faaliyetlerine katıldığını söylüyor. Evde eğitim, Türkiye’nin yabancı olduğu bir konu. Ancak Amerika’da evde eğitimi savunanlarla okulda eğitimden yana olanlar arasındaki tartışmalar şimdilik sona erecek gibi görünmüyor.

Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Yorumlarınızı bekliyorum.

Hulya Polat yayıncılığa Ankara Radyosu'nda başladı, TRT'de ve Amerika'nın Sesi'nde devam etti. TED'li ve DTCF'li. Çok sayıda yayıncılık ödülü, siyasetçilerden sanatçılara kadar çok sayıda kişiyle radyo ve televizyon ropörtajları var. Sivil toplumcu, gönüllü çalışmaların önemine inanıyor. Washington Türk-Amerikan Derneği Başkanlığı yaptı, Atatürk Okulu, Türk Festivali ve derneğin internet sitesiyle Amerikalı öğretmenlere Türkiye'yi tanıtma seminerleri başlatılmasında öncülük etti. Kitaplardan, sinema ve tiyatrodan, seyahat etmekten ve müzik dinlemekten hoşlanıyor. Yayınlanmış bir öykü kitabı var. "Dünyada en çok sevdiği işi yapma güzelliğini yakalayan ve kanseri yenen şanslı kişilerden biriyim," diyor haberciliği, hayatı ve onlarla ilgili herşeyi seviyor.

Akademik Disiplin Gerekli…Ama Nereye Kadar?

Posted March 7th, 2011 at 1:12 pm (UTC-5)
Leave a comment

Eğitim, hayatın olmazsa olmazı. Her anne baba gibi ben de kızımın doğduğu günden beri ona en iyi eğitimi sağlamayı istiyorum. En iyi anaokulu seçeneğinden tutun, Amerika’da yaşayan Türk bir aile olarak ‘aman önce Türkçe’yi, Türkçe okuma-yazmayı öğrensin’ çırpınışlarına, ‘acaba yüzme mi, jimnastik mi, buz pateni mi daha uygundur’ kaygılarına kadar artık her günümüz kızımızın her konuda alacağı eğitime endekslenmiş durumda.

İşte bu nedenle Yale Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Çin kökenli Amy Chua’nın kısa süre önce yayınlanan ‘Battle Hymn of the Tiger Mother’ ‘Kaplan Ananın Savaş Marşı’ adlı kitabı Amerika’da olduğu kadar bizim evde de büyük yankı uyandırdı.

Son derece katı bir disiplin anlayışına sahip olan, başarısızlığı asla ve asla kabullenmeyen 48 yaşındaki Profesör Chua’nın kitabı büyük gürültü kopardı. Çinli anne babanın kızı olan Chua kendi kızlarına karşı son derece katı olduğunu, akademik başarıyı herşeyin üstünde tuttuğunu, kızlarının oyun oynamalarına dahi izin vermediğini itiraf ediyor. Kızının matematik dersinde sınıf arkadaşı Koreli bir öğrencinin gerisine düşüp sınavda ikinci olması üzerine kızına gecede 2 bin matematik problemi çözdüren, piyano parçasını kusursuz çalmadığı takdirde kızının tüm oyuncaklarını yakmakla tehdit eden bir anne Amy Chua.

Batılı anne babaların çocuklarını şımarttıklarını, yumuşak davrandıklarını ve bu nedenle çocuklarını tam potansiyellerine erişmesini engellediklerini savunan Chua’ya göre Çinli anne babalar, çocuklarını sosyalleşmekten çok, bir akademik başarıdan ötekine koşarken görmek istiyor. Aslında bu tür bir eğitim ve disiplin anlayışı sadece Çinli anne babalar için değil, Amerika’daki pek çok göçmen aile için geçerli. Göçmenlerin çoğu eğitimi sınıf atlamanın tek yolu olarak görüyor. Bu nedenle de çocuklarının oyunla zaman kaybetmesini değil derslerine odaklanıp sınıf birincisi olmasını istiyor. Peki bu yaklaşım çocukların başarısını garantileyebilir mi? Çocuğuna sınıf birinciliğinden başka bir seçenek tanımayan, istemediği halde zorla piyano, bale ya da jimnastik dersi aldıran, hiçbir esnekliğe sahip olmayan, hiçbir istisnayı kabullenemeyen anne babalar çocuklarına yarardan çok zarar vermez mi? Aslında Amy Chua’nın yaklaşımını bir noktaya kadar anlamak mümkün. İngilizce’de ‘practice makes perfect’ yani ‘pratik mükemmelleştirir’ diye bir söz var. Ne kadar çok çalışırsanız işinizi o kadar kusursuz yaparsınız. İster müzisyen, ister sporcu, ister yazar, ister ilkokul öğrencisi olun fark etmez. 7 yaşındakı kızım Cansu toplama-çıkarma yaparken parmaklarıyla sayı sayıyor, 10‘dan 3 çıkarırken on parmağını açıp üç tanesini saklıyor ve yanıtın yedi olduğunu ancak öyle buluyor. Tam olarak kaplan ana rolüne soyunmasam da bunun kabul edilemez bir durum olduğunu, olaya hemen müdahale etmem gerektiğini, matematik dersinde günler, haftalar geçtikçe sayıların da büyüyeceğini, iki haneli, üç haneli sayılarla toplama-çıkarmalara başlayacaklarını ve aritmetiğin bu yedi yaşındaki yavrucak için bir an önce otomatik hale gelmesi gerektiğini düşünmeye başladım. Amacım toplama-çıkarmayı Cansu’da bir refleks haline getirmekti.

Bu fikirle hemen kitapçıya koştum ve bir matematik kitabı aldım. Peki aritmetik pratiklerine hemen başladık mı? Hayır! ”Acaba çocuğu çok mu zorlayıp bunaltırım? Bu yaşta henüz oyuna doyamayan çocuğu masa başına oturtup ‘bu problemleri çözmeden masadan kalkmak yok!’ demekle hata mı ederim?” soruları kafamı kurcalayıp duruyor hep. Bir yandan çocuğumun her gününden zevk almasını, eve arkadaşlarını çağırıp okul sonrası oyunlar oynamasını, en sevdiği çizgi filmi kaçırmamasını isterken diğer yandan da ‘acaba derslerinden geri mi kalır’ korkusu sarıyor içimi. En doğrusu orta yolu bulmak, ama nasıl? Şimdilik ben bu soruların yanıtını ararken matematik kitabı mutfak masasının üzerinde kapağının açılmasını bekliyor.

Devrim Moral

2003‘ten beri Amerika’nın Sesi Türkçe Yayın Bölümü’nde görev yapan Devrim Moral, Bilkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduktan sonra Ohio eyaletindeki Bowling Green State Üniversitesi’nden Amerikan Edebiyatı ve Kültürel Çalışmalar dallarında lisanüstü derecelerini aldı. Bowling Green State Üniversitesi’nde Popüler Kültür temalı İngilizce kompozisyon dersleri veren Moral, Amerika’da okul öncesi eğitim ve ilkokul eğitimi konularıyla yakından ilgili. Evli ve 7 yaşında bir kız çocuk sahibi olan Moral, 2000 yılından beri Washington DC’de yaşıyor.