Bu yazıyı “hem okurum hem dinlerim” diyenler aşağıdaki medya oynatıcıya tıklayarak hikayeyi “şahsımdan” dinleyebilirler 🙂
Motoru en güzel arabaya değişmem! Gerçekten! Bunu otomotiv sektörünün ürettiği o kaslı, cesur, yakışıklı mı yakışıklı arabalarla motorları karşılaştırmak için söylemiyorum. Oturup da bu ikisini karşılaştırmak “komik” olur. Bunu “yürekten” söylüyorum.
Motora oturunca doğa ikinci bir ten gibi oluyor insana. Etrafta olup biteni bir camla, kapıyla vs ile sınırlanmadan görebiliyor; şeridin istediğin yanını seçebiliyor; rüzgarla (hele de tatlı tatlı esiyorsa) arkadaş olabiliyorsun. Virajlara tatlı tatlı yaratak girmenin tadını alıyorsun. Var mı benzeri?
İki teker üzerindeki özgürlüğün bu “düşman çatlatan” güzelliği şirketleri de değişik ürünlere yöneltebiliyor. Washington ve civarında son zamanlarda giderek sayılarının arttığını gözlemlediğim 3 tekerli, “tam donanımlı” araçlar da bu ürünlerden işte.
Değişik markaların az çok birbirini andıran 3 tekerlileri var. Ama geçen gün yakından inceleme fırsatı bulduğum bir tanesini; Can-Am Spyder Roadster’ı anlatacağım bugün 🙂
Bu Spyder’lar birkaç yıldır Amerikan pazarındaki varlıklarını güçlendiriyor. Spyder’ı kullananlar “Motosikletler gibi rüzgar temasına imkan tanıyan ama bir yandan da dört tekerli bir aracın dengesine sahip” diye niteliyorlar aracı.
Aslında ne bir motor demek mümkün bu araçlara ne de lüks donanımlarına rağmen “üstü açılabilen” spor araba… Her
ikisinden de bir parça belki de 🙂
Virginia’daki bir motosiklet mağazasında sağını solunu iyice kurcaladığım Spyder’ı Kanada merkezli Bombardier Recreational Products (BRP) üretiyormuş. “Bu markayı bir yerden çıkarıcam ama…” derken mağazadaki görevli tamamlıyor kafamdaki yarım cümleyi: “Kar motoru olarak bilinen Ski-Doo’ları ve Sea-Doo jet skileri üreten firmanın ta kendisi” diyor bana.
Hmmm… Peki ama niye iki teker piyasasına girmemişler de böyle bir araç üretmişler? Kimilerine göre şirketin bu kararı almasının altında iki teker piyasasında “çığır açacak” bir şey üretmenin zor olması düşüncesi yatıyormuş.
Aslında otomobillerden alışkın olduğumuz “spyder” ve “roadster” kelimelerinin kullanılmış olması da belki bu görüşü destekliyor. Amerika’da California ve Delaware gibi eyaletler bu araçları kullanacak olanların “motosiklet ehliyeti almasını” zorunlu kılmıyor! Hatta bazı ülkelerde bu araçlar “araba sınıfında” kayıtlara geçiyor.
Motosikletin sağladığı “açık havada seyahat” duygusunu yaşamak isteyen ama iki teker üstünde durmaktan korkanlar için fena bir seçenek değil aslında. Üstünde bir arabayı andıran her türlü lüks de mevcut. 106 beygir gücündeki Spyder Roadster’ın tıpkı bir araba gibi ayakla basılan freni var. Aktarma organlarını da Aprilia RSV ile paylaşıyormuş üstelik. Geri vitesten kuvvetli bir müzik sistemine, can alıcı göstergelere kadar her şeyiyle eğlenceli bir oyuncak gibi aslında…
Yine klişe bir laf olacak ama: “Zevkler ve renkler tartışılmaz”. Amerikan pazarına ilk girdiği yıl tüm eyaletlerde satılmamasına rağmen 2000 adet satmış bu araçlar. Ama son günlerde motosiklet parkında iki motorluk park yeri kapladığı için hafiften bir öfkeyle baktığım Spyder sayısı artınca anladım ki bir kitleyi yakalamayı başarmışlar 🙂
Ben iki teker üstündeki riski, adrenalini ve keyfi hiçbir şeye değişmem. Ama hazırlıklı olmalıyız. Motosikletlerin rüzgarla dansına gıptayla bakanlar da artık arabaların kısıtlamalarından kurtulacak ve açık hava tadını bu araçlarla çıkaracak gibi geliyor bana.
Benim için motosiklet mağazalarında geçridiğim her an “Harikalar Diyarı”na bir gezi gibi. Motosikletlerin hangisini hayal edeceğime, hangisine dokunmak hangisine oturmak isteyeceğime karar vermekle geçirdiğim saatler oluyor bu geziler bana. İşte son “hayal duraklarımdan” birinde gördüklerim bana bunları düşündürdü. Tek düşündürdükleri bunlar değil elbet 🙂
Ama bu yazı burada biter. Biterken de (elbette) sizden bir şey talep eder:
Sizin için iki teker ne demek? Özgürlük? Hız? Tutku? Kaçamak? Belki de heyecan?
Ya da D şıkkı, yani yukarıdakilerin hepsi 🙂
Comment/Yorum butonu motor aşkınızı dünya aleme anlatmanızı bekliyor 🙂